- 1/2Müellif: PETER E. PORMANNBölüme GitArapça’da ṭıbb mevcudu muhafazaya ve eksik olanı (sıhhati) onarmaya işaret eder. İslâm öncesi dönemlerde bunun ism-i mef‘ûlü olan maṭbûb kelimesi “büy...
- 2/2Müellif: NİL SARIBölüme GitOsmanlı Dönemi. Osmanlı hekimleri XVIII. yüzyılın ilk çeyreğine kadar klasik İslâm tıbbına bağlı kaldı. Huneyn b. İshak’ın eserleri, İbn Sînâ’nın el-Ḳ...
https://islamansiklopedisi.org.tr/tip#1
Arapça’da ṭıbb mevcudu muhafazaya ve eksik olanı (sıhhati) onarmaya işaret eder. İslâm öncesi dönemlerde bunun ism-i mef‘ûlü olan maṭbûb kelimesi “büyülenmiş” (mesḥûr) anlamına geldiği için kelimenin kökü ayrıca sihrî mânalar taşımaktaydı (Ebû Bekir İbnü’l-Enbârî, s. 150-151). İnsan için beden sağlığı nasıl hayatî bir önem taşıyorsa sağlıklı olma yollarını araştırma da her zaman insanın temel çabalarından biri olmuştur. İslâm medeniyeti zirvede bulunduğu günlerde gıpta edilen bir sağlık sistemi kurmuş, VII. yüzyıldan XXI. yüzyıla kadar tıp ilmi İslâm dünyasının farklı bölgelerinde oldukça karmaşık ve değişik bir disiplin halinde gelişme göstermiştir. Farklı din, dil ve etnik kökene sahip olan hekimler bu ilmin gelişiminde ortak tecrübelerini paylaşmakla birlikte tıp ülke ve inanç sınırını aşmıştır. Ayrıca çevre kültürlerine, özellikle XII. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan Avrupa üniversite tıbbına büyük etkide bulunan İslâm tıbbı, daha da gelişmiş haliyle bugün pek çok İslâm ülkesinde ve dünyanın değişik bölgelerine dağılmış müslüman topluluklarda hayatiyetini devam ettirmektedir. İslâm medeniyetinde tıp konusu gibi çok karmaşık bir olguyu, oldukça sınırlı bir ansiklopedi maddesinin kapsamı içinde yeterli şekilde değerlendirmek mümkün değildir. Dolayısıyla burada kapsayıcı bir isimler ve eserler listesinden ziyade İslâm tıbbının yaratıcı ve çok yönlü tabiatını ortaya koyacak dikkat çekici örneklerin verilmesiyle yetinilecektir.
Kaynaklar. İslâm dini Arap yarımadasında ortaya çıkmış olup bu dinin çöl hayatını yaşayan ilk müntesipleri arasında çeşitli tıbbî tekniklerin bilindiği anlaşılmaktadır (Pormann, Islamic Crosspollinations, s. 77-79). İslâm öncesi ve erken dönem İslâm şiirinde öksürük ve göz iltihabı gibi hastalıkların yanı sıra kabile savaşları sırasında meydana gelen yaralanmalara dair bilgiler yer almaktadır. Ayrıca sonda (Ar. mîl < Yun. mele) gibi Yunan tıbbından intikal eden bazı aletler kullanılmaktaydı. Bununla birlikte o dönemde tedavi biçimleri çok basitti; meselâ deve idrarı ve balın kullanımı oldukça yaygındı. İslâm’ın zuhurundan önceki iki asır içerisinde Araplar, Sâsânîler ve Bizanslılar gibi iki büyük imparatorlukla ve ayrıca kendi dindaşlarınca zındık ilân edilerek yurtlarından çıkarılan, Süryânîce konuşan hıristiyanlarla irtibat kurmuşlardı. Bütün bu toplumlar oldukça gelişmiş bir tıp tecrübesine sahipti ve bunların içerisinde Yunanlılar’ın tıp bilgisi daha ileri düzeyde bulunuyordu. Bu sebeple İslâm dünyasında ortaya çıkan tıpla ilgili gelişmeleri anlayabilmek için antik dönemin sonlarındaki tıp bilgisi hakkında fikir edinmek gerekir.
İskenderiye şehri hem tıp hem felsefede önem kazanmıştı. Şehrin ilim meclislerinde “iatrosophist” (tıp profesörleri) denilen kimseler Hipokrat’ın ve Galen’in (Câlînûs) yazdıklarına dayanan metinleri öğretiyorlardı. “Galen’in On Altı Kitabı” diye bilinen ve Galen tarafından çoğu yeni başlayanlar için yazılmış temel eserlerden oluşan koleksiyon özellikle popülerdi (Pormann, Hippocrates and Medical Education, s. 419-442). Böylece Galencilik o zamanın hâkim tıp ideolojisi haline gelmekle birlikte bazı tıp bilginleri de talebelerini hastanın yanında eğitiyorlardı. Bu dönemde tıp literatürünün iki türü bilhassa öne çıkmıştı: Şerh ve ansiklopedi. Hem şerhte hem ihtisarda tıp hocaları, konuları öğrencilerin kolayca kavrayıp hatırlayabileceği bir tarzda bölümleme ve ayrıştırma tekniklerini, hâfızaya dayalı bölme (dihairesis) yöntemini kullanıyorlardı (Pormann, Philosophy, Science and Exegesis, II, 11-33). Tıp ansiklopedileri ise mevcut tıbbî bilgileri kolaylıkla erişilebilir bir formatta sunmayı amaç edinmişti. Aeginalı Paul’ün daha sonra Araplar arasında Künnâşü’s-Süreyyâ diye bilinen Compendium of the Pleiades’i bu türe örnek teşkil eder. Yedi kitaptan oluşan bu çalışmada temizlik (hijyen), koruyucu hekimlik ve diyet, hummalar, baştan ayağa her tür hastalık, dış hastalıklar ve kurtçuklar, zehirli hayvanlar, ameliyat, basit ve bileşik ilâçlar ele alınmıştır (Pormann, The Oriental Tradition of Paul of Aegina’s Pragmateia, Leiden 2004).
Genelde Süryânî literatüründe olduğu gibi Süryânî tıp geleneği de Grek mirasına ve özellikle geç dönem eski İskenderiye’sinin Galen tıp geleneğine çok şey borçludur. Bir Ya‘kūbî rahip olup İskenderiye’de tıp ve felsefe okuyan Re’sül‘aynlı Sergios, İslâm öncesi dönemin en önemli şahsiyetiydi. Sergios, pek çok felsefî metni tercüme etmesinin yanında “Galen’in On Altı Kitabı”nı da çevirmiştir (Bhayro, III [2005], s. 147-165). İran tıp geleneği de Yunan mirasına çok şey borçludur (Hampel, bk. bibl.).
Süryânîce konuşan hıristiyanlarla İskenderiye tıp okulları, bilgi alışverişi konusunda en önemli teşebbüslerden biri olan Grekçe-Arapça tercüme hareketinde önemli rol oynamıştır (Gutas, Greek Thought). IX. yüzyıl boyunca pek çok Grekçe tıp metni çoğunlukla Süryânî mütercimleri vasıtasıyla Arapça’ya çevrilmiştir. Öncelikle Bıtrîḳ gibi mütercimler Yunanca’dan yaptıkları tercümelerde daha çok açıklayıcı bir yol izlemiş ve diğer dillere çok sayıda teknik terim kazandırmışlardı. Huneyn b. İshak ve çevresi oldukça yüksek seviyede gelişmiş bir çeviri tarzı ortaya koymuş, tıp terminolojisini geliştirmiş, böylece son derece karmaşık olan tıbbî düşünceleri gelişmiş bir Arapça’da ifade etme imkânı sağlamıştır (Ullmann, Wörterbuch zu den griechisch-arabischen Übersetzungen des 9. Jahrhunderts). IX. yüzyıldan itibaren Arapça olarak ulaşılabilen Grek tıp literatürü İslâm tıbbının gelişiminde en önemli kaynağı teşkil etmekle birlikte diğer dillerden de bazı metinler Arapça’ya çevrilmiştir. Meselâ Süryânî hekimi Yuhannâ b. Serâbiyûn tarafından yazılan tıp ansiklopedisi defalarca Arapça’ya tercüme edilmiş ve Ali b. Rabben et-Taberî’nin Firdevsü’l-ḥikme adlı eserinde Hint tıp kültürüne dair epeyce mâlûmat yer almıştır. Ticaret ve seyahatler de İslâm tıbbının gelişiminde önemli katkı sağlamıştır. Ülkeler arasında kitapların ihracı ve ithali neticesinde sadece yeni metinler elde edilmemiş, bunun yanında o zamana kadar bilinmeyen misk gibi maddeler tıp pazarına ulaşmıştır (Akasoy – Yoeli-Tlalim, III [2007], s. 217-240). Müslüman hekimler tarafından sıkça kullanılan bölme yöntemi geç dönem antik İskenderiye’sinde önemli bir ilke idi. Meselâ tıp sanatı teori ve pratik olmak üzere iki kısma, teori ayrıca fizyoloji (ilmü’t-tabâi‘), etiyoloji (ilmü’l-esbâb) ve semiyotik (ilmü’l-alâmât), pratik de koruyucu ve tedavi edici hekimlik gibi alt bölümlere ayrılmıştı. Galen’in On the Sect for Beginners (Fî Firaḳi’ṭ-ṭıb li’l-müteʿallimîn) adlı eseri üzerine yapılan Alexandrian Summaries (Cevâmiʿu’l-İskenderâniyyîn) adlı çalışmada yer alan bu ayırım, İslâm tıbbının tematik yapısı üzerine genel bir bakış için rehberlik yapabilecek niteliktedir.
Tıp Teorisi. Hekimler ve filozoflar tıbbın bilgi hiyerarşisi içerisindeki yeri konusunda farklı görüşlere sahiptir. IX. yüzyılın ortalarında yaşayan İshak b. Ali er-Ruhâvî gibi hekimlere göre tıp, bilim dalları içerisinde anakronik bir ifadeyle insanlığa en çok yararlı, en yüce ve en önemli olanıdır. İbn Sînâ gibi diğerleri ise tıbbı ziraat ve astroloji ile aynı grupta değerlendirerek uygulamalı ya da türetilmiş bilimle ilişkilendirmişlerdir (Gutas, Before and After Avicenna).
Fizyoloji. IX. yüzyılın ikinci yarısında tohum (germ) teorisinin ortaya çıkışına kadar İslâm dünyasında ve Avrupa’daki tıbbî söyleme “hümoral patoloji” teorisi hâkimdi. Hümoral patolojiye göre sağlık vücuttaki kan, balgam, sarı safra ve kara safra diye bilinen dört sıvı arasındaki dengeden oluşur. Bu dört sıvının her biri soğuk ve sıcak, kuru ve yaş olmak üzere dört temel nitelikten ikisine sahiptir. Meselâ kara safra soğuk ve kurudur, kan ise sıcak ve yaştır. Bu dört sıvının (bk. AHLÂT-ı ERBAA) birinde dengesizlik meydana geldiğinde hastalık ortaya çıkar. Bu durumda yapılacak tedavi, meselâ kanı toplardamardan almak (fasd) ve hacamat yoluyla aşırı sıvıları izâle etmek yahut kan ve balgam yapıcı diyetler vb. yoluyla eksik sıvıyı tekrar çoğaltmak suretiyle dengeyi yeniden sağlamayı amaçlamaktadır.
Ortaçağ İslâm dünyasındaki hekimler de Yunanlı öncüleri gibi anatomiye (teşrîh) büyük ilgi duymuşlardır (bk. TEŞRÎH). Ancak Yunanca “anatomé” kelimesi gibi Arapça teşrîh de hem insan fizyolojisini (şimdi İngilizce’de anatomy diye ifade edilir) incelemeye hem ölü ya da diri insan ve hayvan vücudunu kesip biçmeye işaret etmesi sebebiyle bir belirsizlik taşıyordu. Modern anlamdaki anatomi oldukça itibarlı idi. Sadece hekimler bunun iyi öğrenilmesi gerektiğini ısrarla dile getirmekle kalmamış, Gazzâlî gibi ilâhiyatçılar da Allah’ın inâyetinin insan tarafından kavranmasına vesile teşkil etmesi açısından buna büyük değer vermiştir. Başka bir anlatımla insan bedeninin muhteşem yapısı Allah’ın maharetli tasarımını gözler önüne sermektedir. Buna karşılık teşrîhin diğer anlamında kesip biçme ameliyesi İslâm muhitinde düzenli biçimde icra edilmemişse de bunun insan vücuduna uygulanmasına engel olacak herhangi bir yasak mevcut değildir (Savage-Smith, Journal for the History, IV [1980], s. 147-204). Bununla birlikte müslüman hekimlerin Galen anatomisine karşı meydan okumalarıyla ilgili elde bazı meşhur örnekler bulunmaktadır. Meselâ hekim ve filozof İbnü’n-Nefîs, İbn Sînâ’nın el-Ḳānûn’u üzerine yazdığı şerhte kanın pulmonar geçişini keşfetmiş olup gerçekte de kan kalbin sağ karıncığından sol karıncığına aradaki bir menfez vasıtasıyla değil akciğerler yoluyla geçmektedir (Meyerhof, XXIII [1935], s. 100-120).
Etiyoloji. Hastalıkların tabii olan ve olmayan sebepleri vardır. Tabii sebepler vücutta bulunan sıvılardaki bir dengesizliğe dayanır. Kişinin sağlığını etkileyen ve tabii olmayan altı sebep ise şunlardır: Çevredeki hava, yiyecek ve içecekler, uyku ve uykusuzluk, çalışma ve dinlenme, sıvı tutumu ve boşaltımı, zihnî durum. Meselâ gereğinden fazla çalışma başka fizyolojik sonuçlara yol açabilecek vücuttaki aşırı ısınmaya sebep olur; uykusuzluk sağlık problemlerine yol açar. Tutma ve boşaltma, hastanın bağırsak ve idrar hareketlerine işaret ettiği gibi kadında ve erkekte meni boşalmasının meydana geldiği cinsel ilişki gibi diğer şekillerde de olabilir (Pormann, O Ye Gentlemen, s. 115-127). Zihinle beden, zihinsel ve fiziksel durumlar arasındaki bağ en sağlam olanıdır. Bir yandan üzüntü, acı, keder, korku ve endişe hastalığa yol açabilecek bedensel reaksiyonlara sebebiyet verirken diğer yandan ruhî durumlar bir insanın beden terkibi ve tabiatının neticesi olarak ortaya çıkabilir. Galen, Arapça’ya çevrilmiş olan That the Faculties of the Soul Follow the Mixtures of the Body (Fî enne ḳuva’n-nefs tevâbiʿ li-mizâci’l-beden) başlıklı bir risâle yazmıştır. Bir hastalığın kaynağı gereksiz şey (fazl/fuzûl) veya hastalıklı madde de olabilir. Meselâ sindirim boyunca yiyecekler en önemlisi kan olan pek çok sıvıya dönüştürülür. Ancak bu süreçte bazı yan ürünler de ortaya çıkmaktadır. Bunların bir kısmı zararsız olup vücuttan kolayca atılmakta, hatta bunların olumlu bir etkisi bulunmaktadır. Fakat diğer fazlalıklar zararlı olmakta ve vücudun sıvısında bir dengesizliği tahrik ettiğinden hastalık kaynağı maddeye dönüşmektedir. Bütün bu farklı etkilerin bir araya gelerek bir hastalığa sebebiyet vermesiyle ilgili şöyle bir örnek sunulabilir: Melankoli (mâlîhulyâ) kara safranın yol açtığı bir hastalıktır. Kara safra melankoliye sebep olmakta ve safranın ortadan kaldırılmasıyla geçmektedir. Ancak bu örnek, medikal teorinin böyle basit bir denklemin önerisinden çok daha karmaşık olduğunu göstermektedir. Çünkü melankoli doğuştan gelmiş veya daha sonra elde edilmiş olabilir. Bazı insanlar kendilerini melankoliye eğilimli kılan bir mizaca sahiptir. Onlardaki kara safra fazlalığı her zaman bir hastalığa yol açmasa da kandaki kara safra -özellikle bahar mevsiminde- harekete geçerse onu melankoli izler. Bu tür bir doğal eğilime sahip insanlar kıllı olmak, koyu deri, pelteklik, sarkık dudaklar ve fırlak gözler gibi birçok fiziksel özelliğe sahiptir. Melankoliye çeşitli yollarla müptela olunabilir. Yanlış beslenme melankoliye sebep olabilir, fakat yanlış yaşam biçimi ve aşırı düşünme gibi bazı faaliyetler de buna yol açar. Üç çeşit melankoli mevcuttur: Kuruntuya dayalı, beyinsel ve genel. Hastalığı tedavi için uygulanan tedbirler basitten birleşik ilâçlara, müziğe, şaraba ve cinsel ilişkiye doğru sıralanmaktadır (Refus of Ephesus On Melancholy, ed. P. E. Pormann, Tübingen 2008; Ishâq. Ibn Imrân: Traité de la mélancolie, ed. A. Omrani, Tunis 2010). Melankoli, İslâm dünyasında hekimlerin çok yönlü kategoriler ve terapiler geliştirdikleri zihinsel rahatsızlıklardan sadece biridir. Bundan başka akıl hastalıklarından acı çekenlerin tedavisi için müzik ve hastahaneler özel bir rol oynamıştır.
Semiyotik. Bir hastalığı tedavi etmek için öncelikle onun belirtilerini tanıyarak teşhis etmek gerekir. Meselâ ten rengi, idrar ve nabız hekimlere hastanın mustarip olduğu hastalığı ortaya çıkaracak işaretler vermektedir. Hastanın başından geçenlerin öğrenilmesi burada önemli bir yer işgal eder ve tıp ahlâkı üzerine yazılan birkaç risâle hekimlerin bu konuda izlemesi gereken yöntemleri de ele alır. Bu alanda ayrıca Hipokrat’ın On Prognosis (Fî Taḳdimeti’l-maʿrife) ve bu çalışma üzerine Galen’in şerhiyle yine onun On Prognosis’i (Nevâdiru Taḳdimeti’l-maʿrife) gibi Grek metinleri önemlidir. Hekimlerin Arapça yazdıkları, Yunan modelinin ötesine geçip yenilik ortaya koyacak nitelikteydi. Meselâ çiçek ve kızamık hastalıkları yüksek ateş, kızarıklık ya da ciltte ortaya çıkan kabarcıklar gibi benzer belirtilere sahiptir. Klinik tedavi uzmanı Ebû Bekir er-Râzî her iki durumu birbirinden ayıran, farklı teşhisler için teklifler önerdiği el-Cüderî ve’l-ḥasbe adlı hacimli bir risâle yazmıştır. Bu risâle sadece Doğu’da değil XVIII ve XIX. yüzyıllarda yapılan Latince, İngilizce ve Fransızca tercümeleriyle Avrupa’da da son derece etkili olmuştur (Greenhill, bk. bibl.). Göz perdesi örneğinde olduğu gibi göz bilimi (oftalmoloji) alanında da yeni hastalıklar keşfedilmiş ve bunlar daha önce bilinen hastalıklardan ayırt edilmiştir. Limbustan gelen kan damarlarının korneayı sardığı bu hastalıktan klasik Yunan tıp eserlerinde söz edilmemektedir. Bununla birlikte Yuhannâ b. Mâseveyh ve öğrencisi Huneyn b. İshak bunu göze dair eserlerine almış ve tedavisi için tavsiyelerde bulunmuştur (Savage-Smith, Journal for the History, IV [1980], s. 147-204).
Tıp Literatürü. Ebû Bekir er-Râzî’nin el-Cüderî ve’l-ḥasbe, Huneyn b. İshak’ın Kitâbü’l-ʿAşr maḳālât fi’l-ʿayn adlı çalışmaları gibi tek bir konuyla ilgili yazılmış eserler birer monografi olup tıp literatürü içerisindeki bir türü temsil eder. Oftalmoloji üzerine Ali b. Îsâ el-Kehhâl, Ammâr b. Ali el-Mevsılî ve Halîfe b. Ebü’l-Mehâsin el-Halebî gibi müelliflerce pek çok monografi kaleme alınmıştır (Augenheilkunde im Islam, ed. Fuat Sezgin). Cinsel sağlık konusunda Kindî, Kustâ b. Lûkā, Ebû Bekir er-Râzî, İbn Sînâ, Celâleddin eş-Şeyzerî, İbn Meymûn ve Tîfâşî gibi müellifler monografiler yazmıştır (Pormann, O Ye Gentlemen, s. 115-127). Bir diğer popüler tür de derinlemesine bakışlar sunan kısa ve özlü ifadelere sahip özdeyişlerdir (aforizma). Hipokrat’ın aforizmalarının (Aphorismi/Aphorisms; Ar. Kitâbü’l-Fuṣûl) Arapça çevirileri güçlü bir etkiye sahipti. Bunların ilki ve en meşhuru şudur: “Hayat kısa, sanat uzun sürelidir, fırsat çabuk kaçar, tecrübe risklidir” (Rosenthal, bk. bibl.). Hem Râzî hem İbn Meymûn tıbbî özdeyişler üzerine kitaplar yazmıştır. Bunun gibi Galen örneğini izleyerek İbn Sînâ’nın öğrencisi Ebü’l-Kāsım Abdurrahman b. Ali b. Ebü’s-Sâdık, İbn Meymûn, Abdüllatîf el-Bağdâdî, İbnü’l-Kuf, İbnü’n-Nefîs gibi hekimler ve diğerleri Hipokrat’ın aforizmalarıyla ilgili şerhler kaleme almıştır. Bu şerhler, sadece âlimâne veya bir metinden türetilmiş çalışmalardan ibaret olmayıp İbn Sînâ’nın el-Ḳānûn’u üzerine İbnü’n-Nefîs’in yaptığı şerhte görüldüğü gibi yeni buluşlara ve değişikliklere vesile teşkil etmiştir. Nitekim pulmonar geçiş ilk defa bu son şerhte tanımlanmıştır. Şerhler gibi soru ve cevap tarzında kaleme alınan risâle türü de tıp öğretimiyle yakından ilişkiliydi. Huneyn b. İshak böyle üç eser yazmıştır. Bir tanesi genelde tıp üzerine (el-Mesâʾil fi’ṭ-ṭıb), biri oftalmoloji (el-Mesâʾil fi’l-ʿayn), diğeri de Hipokrat’ın Epidemics (Mesâʾilü’l-ʿİbîzimyâ) adlı kitabına dair yaptığı çalışmadır (Pormann, Arabic Sciences at Philosophy, XVIII [2008], s. 247-284). Bu tarzdaki diğer kitaplar arasında Abdülazîz b. Abdülcebbâr es-Sülemî’nin İmtiḥânü’l-elibbâʾ li-kâffeti’l-eṭıbbâʾ adlı eseri de sayılabilir (Questions and Answers for Physicians: A Medieval Arabic Study Manual by ʿAbd al-ʿAzīz al-Sulamī, ed. ve trc. G. Leiser – N. al-Khaledy, Leiden 2004). Arapça tıp ansiklopedisi türü geç dönem Antikçağ’daki iki eğilimi izlemiştir. Bunlardan biri malzemeyi kolay bir şekilde takdim için bölme yöntemini kullanan muhtasar eserler, diğeri konu üzerinde kuşatıcı bir bakışı sağlayan el kitaplarıdır. Ali b. Abbas el-Mecûsî’nin Kâmilü’ṣ-ṣınâʿati’ṭ-ṭıbbiyye adlı eserinden sonra İbn Sînâ’nın el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb’ı hiç şüphesiz İslâm ve hıristiyan dünyasında tıp alanında en büyük etkiyi yapmış, üzerine pek çok ihtisar, şerh ve hâşiye yazılmıştır.
Tıp Uygulaması. Tıbbın beşli taksimi içinde amelî tıp, koruyucu ve tedavi edici tıbbı içermektedir. Her iki faaliyet için diyet çok önemli bir rol oynamıştır. Yiyecekler insan sağlığında doğrudan bir etkiye sahiptir. Çeşitli gıda maddeleri hümoral patoloji ve birincil nitelikler sistemiyle bütünleşmiştir. Bunlardan bir kısmı kan gibi iyi sıvıların oluşmasına imkân sağlarken diğerleri bazı hastalıkların ortaya çıkmasına yol açmaktadır (Waines, bk. bibl.). Ayrıca vücut ağırlığının kontrolü dikkate değer bir rol oynamış olup zayıflatıcı bir diyet için pek çok yemek tarifi ve tâlimat mevcuttur. Hareket de sağlığı korumada önemli bir husustur. Böylece hekimler, kişinin hastalığa yakalanmasını engellemek ya da hasta ise tekrar iyileşmesini sağlamak için tabii olmayan altı sebebi (yk.bk.) ustalıkla kullanmıştır. Hastalığın tedavisi için diyet başvurulan ilk araçtı. Ayrıca ilâç bilimiyle (farmakoloji) ilgili pek çok eser yazılmıştır (bk. AKRÂBÂZÎN; ECZACILIK). Bu alanda basit ilâçlarla birleşik ilâçlar birbirinden ayrılmalıdır. Basit ilâçlar nane, bal, arsenik, afyon gibi hem birincil (kuru, ıslak, sıcak ve soğuk) hem diğer (kanamayı durdurucu, temizleyici) niteliklere sahip birleşik olmayan maddelerdir. Galen’i izleyerek bu nitelikler birden dörde, bazan daha yükseğe doğru derecelendirilmiştir. Birleşik ilâçlar birden fazla ecza ihtiva eder ve bazan çok karmaşık olabilir. Meselâ önce yılan sokmalarına karşı, daha sonra her türlü derde deva gibi kullanılan tiryak yapımına dair bazı formüller zaman zaman tedariki çok zor onlarca farklı eczayı içermektedir. Modern açıdan bakıldığında bazı eczanın (meselâ afyon) son derece etkili, diğerlerinin faydasının ise tartışmalı olduğu görünmektedir (Tîbî, bk. bibl.).
Kan hem damardan kan alma (fasd) hem bardak çekme (hacamat) yoluyla dışarı atılırdı. Bu tekniklerden ilkinde hastanın damarlarından bir tanesi kesilir, böylece kan akardı. Bazan kanın akmasına hasta bayılıncaya kadar izin verilirdi. Hacamatta iki teknik söz konusu idi: Kuru hacamat ve yaş hacamat. Her iki durumda da hacamat bardakları hastalıklı maddeyi ve bedenin fazla sıvısını emmek için uygulanırdı. Bu son durumda deri üzerine küçük kesikler açılır ve oradan kanın dışarı atılması sağlanırdı (bk. HACAMAT). Hekimler ve cerrahlar sıkça dağlamaya da başvururdu. Kızgın bir demir çubuk derinin üzerine konur, bu hem kanamayı durdurur hem de bir yere kadar yarayı mikroplardan arındırırdı.
Kırık çıkıkçılık (cebr) ve ameliyat (cirâha) Arapça tıp eserlerinde tedaviyle ilgili hususlar arasında öne çıkar. Bu eserlerde bazan son derece tehlikeli olan cerrahî uygulamalar, meselâ göbek fıtığı ameliyatları ayrıntılı biçimde açıklanmıştır. Bununla birlikte bu tür ameliyatların yapılıp yapılmadığı şüphelidir (Savage-Smith, The Year 1000, s. 307-321). Bu ise teorik el kitaplarında tasvir edilen tedavi usullerinin de gerçekte uygulanıp uygulanmadığından ne derece emin olunabileceği gibi bir soruyu gündeme getirmektedir. Burada, vak‘alarla ilgili tutulan notlar hayatî önem taşımakta olup birkaçı günümüze kadar gelmiştir. Meselâ Ebû Bekir er-Râzî’nin öğrencilerinin derlemiş olduğu Kitâbü’t-Tecârib başlıklı bir kitap, Râzî’nin günlük uygulamalarında tıpla ilgili yazdığı eserlerde tasvir edilenlerden çok daha kısıtlı ilâçları ve tedavileri uyguladığını göstermektedir (Alvarez-Millan, s. 293-306). Âdâba dair eserlerde mevcut bir dizi tıbbî anekdota karşılık kaynaklarda hastalarla ilgili fazla bilgi yer almaz. Sadece birbirine sırttan yapışık olarak doğan ve her şeyi birlikte yapmak zorunda kalan Siyam ikizleri hakkında bilgi verilmekte; rahmindeki bir keneden dolayı ölümün eşiğine gelen ve bunun alınmasından büyük utanç duyan kızdan söz edilmekte; yaşadığı acılar sebebiyle çaresiz kalarak yılan zehiriyle intihar etmeye çalışırken şans eseri Râzî tarafından kurtarılan birinin durumu anlatılmaktadır (Bray, bk. bibl.). Gazzâlî, İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn adlı eserinde bir hekimin çok şişman bir kadına zayıflamadığı takdirde öleceğini söylediğini aktarır ki şimdi bu kadının ne hissettiği hususunda tahminde bulunmak güçtür.
Tıp ve Toplum. İslâm toplumlarında hastalar ve pratisyenler geniş bir sosyal alan içerisinde hareket etmiştir. Meselâ bir kişi birkaç şekilde hekim olabilirdi. Bazı öğrenciler, Doğu’daki Buhtîşû‘ ve Batı’daki Benî Zühr ailelerinde olduğu gibi tıp sanatını dost ve akrabalarından, diğerleri ise çırak olarak hizmet ettikleri tecrübeli hekimlerden öğrenmiştir. Fakat tıp alanında kendi kendini yetiştiren ve İbn Rıdvân ile İbn Sînâ gibi bazıları büyük bir şöhrete kavuşan pek çok örneğe de rastlanmaktadır. Rivayete göre İbn Rıdvân bir tıp hocasının ücretini karşılayamayacak kadar fakirdi, dolayısıyla bu sanatı kendi kendine öğrenmek zorunda kalmıştı (Leiser, XXXVIII [1983], s. 48-75). X. yüzyıldan itibaren hastahaneler de tıp eğitiminin verildiği önemli mekânlar olmuştur. Son zamanlarda yapılan araştırmaların önemli bir konusu İslâm hastahaneleridir: Nerelerden etkilenmişlerdir ve orijinal tarafları nelerdir? Şüphesiz geç dönem Grek tıbbı gibi Bizans kurumlarıyla Hıristiyanlığın hayır severlik anlayışı da bu konuda büyük rol oynamıştır. İslâm hastahanelerini daha önceki kurumlardan ayıran ve onlardan üstün kılan şu faktörler sayılabilir: İslâm hukukundaki vakıfların statüsü sayesinde elde edilen yasal ve finansal güvenlik, tıbbî tedavinin seküler karakteri, seçkin pratisyenlerin mevcudiyeti, tıbbî araştırma ve tıp öğretimi (bk. BÎMÂRİSTAN). Bütün bunların bir araya gelmesi hiç şüphesiz yenilikler doğurmuştur. Ebû Bekir er-Râzî gibi hekimler de büyük çapta araştırmaları gerçekleştirmeyi ya da nâdir hastalıkların üstesinden gelebilmeyi ancak kurumsal destek alarak başarabilmiştir (Pormann, In the Age of al-Fārābī, s. 95-118).
Seçkin hekimler, hem başarılarıyla tıp ortamında mevcut diğer pratisyenlerden kendilerini ayırmaya çaba sarfetmiş, hem de hekimlerin mesleğe başlarken uzmanı olmaları gereken tıbbî bilgi için bir ölçütün varlığını savunmuştur. Meselâ hekim Şeyzerî, XIII. yüzyıla ait hisbe el kitabında hekimlerin Huneyn b. İshak’ın Fî Miḥneti’ṭ-ṭabîb adlı eserinde verilen tâlimata göre sınavdan geçirilmelerini istemiştir. Göz hekimleri Huneyn’in al-ʿAşr maḳālât fi’l-ʿayn’ının muhtevasından, kırık çıkıkçılar Aeginalı Paul’ün tıp ansiklopedisinin altıncı kitabından ve cerrahlar Galen’in On the Composition of Simple Drugs according to Kindsimtihana adlı kitabından sorumlu tutulmuştur. İshak b. Ali er-Ruhâvî ve Saîd b. Hasan’ın tıp ahlâkı üzerine, Abdülazîz es-Sülemî’nin hekimlerin nasıl imtihan edileceği konusunda yazdıkları el kitapları bu yöndeki tavsiyeleri yansıtmaktadır. Test edilebilir bilginin ölçütü daha çok Arapça’ya çevrilen Grek metinlerine dayanmaktaydı. Meşhur hekim ve filozof Abdüllatîf el-Bağdâdî kendi okuyucularına Hipokrat ve Galen örneğine dönmelerini önermiştir. Böylece tıp ders kitaplarının muhtevası bir mihenk taşı teşkil etmiştir. Bununla birlikte tıp ahlâkı ve hekimlerin imtihanıyla ilgili bu el kitapları, tıp otoritelerinin rakiplerini saf dışı bırakma konusunda nâdiren başarılı olduklarını göstermektedir. Nitekim Râzî ve Saîd b. Hasan gibi hekimler, hastaların kendileri gibi bilgili hekimler yerine bilgisiz kadınlara ve ayak takımına yöneldiklerini üzüntü ile dile getirmişlerdir (Pormann, Bulletin of the History of Medicine, LXXIX/2 [2005], s. 189-227).
Erkek hekimlerin öfkesine yol açsa da İslâm toplumlarında standart tıbbî muayenelerin çoğu muhtemelen kadınlar tarafından yapılmaktaydı. Anneler, kız kardeşler, teyzeler, büyükanneler, deneyimli kadınlar, hemşireler ya da kadın hekimler tıp konusunda önemli roller oynamıştır. Ancak tıp tarihçiliğinin daha çok erkeklerin egemen olduğu bir alan ve toplumun genelde ataerkil olması sebebiyle kadınların sesi yüzyıllar boyunca çok cılız bir şekilde günümüze ulaşmıştır. Yine de kadınların değişik kisveler altında tıpla uğraştıklarına dair dolaylı bilgiler mevcuttur. Kadınların sadece pratisyen değil ayrıca hasta olmaları da söz konusudur. Her ne kadar kadınlar, erkek hekimler tarafından tedavi edilirken zaman zaman utanma hissetseler de bazı olağan üstü durumlarda erkek hekimlerin jinekolojik muayeneler gerçekleştirdikleri görülmektedir. Bu tür uygulamalar İslâm hukukundaki zaruret ilkesiyle meşrû sayılıyordu. Kadınların sağlığı diğer mülâhazalardan daha önce gelmekteydi. XIV. yüzyılın meşhur âlimi Zehebî bu meseleyi ele alarak kadının erkeği veya erkeğin kadını muayene edip edemeyeceğini tartışmış, bir erkeğin yakın akrabası olmayan hasta bir kadını muayene etmesinin ve onu çıplak görmesinin, bir kadının da hastalık durumunda kendisini tedavi edecek bir erkeğin veya mahremi bir kadının bulunmaması halinde bir erkeği muayene etmesinin, onu çıplak görmesinin mubah olduğuna hükmetmiştir (eṭ-Ṭıbbü’n-nebevî, s. 242). İslâm dünyasında tıbb-ı nebevî denilen bu tür bir tıp literatürü X. yüzyıldan itibaren gelişme göstermiştir. Fıkıh âlimleri dinî meşruiyete sahip bir tıp geleneği kurmak için öncelikle hadis koleksiyonlarına başvurmuş, bu telif türü XIII. yüzyıldan itibaren büyük itibar kazanmıştır. İnsanlar zaman zaman tıbb-ı nebevî üzerine yazılan bu kitapların Grek etkisini gidermek üzere telif edildiğini düşünmüştür. Aslında bu kitapların çoğu hümoral patolojiyi reddetmekten çok bünyesine katmıştır. Zehebî ve çağdaşı İbn Kayyim el-Cevziyye’nin eserleri Grek tıp otoritelerine sayısız referanslar içermektedir. Dinî içerikli bir girişten sonra Zehebî, eserine Grek ilkelerine uygun insan fizyolojisinin kapsamlı bir açıklamasıyla başlamaktadır: “İnsan yapısı yedi unsurla ilişkilidir. Birinci unsur dört temel elementtir. Sıcak ve kuru olan ateş, sıcak ve yaş olan hava, soğuk ve yaş olan su, soğuk ve kuru olan toprak. İkinci unsuru sayısı dokuz olan karışımlar teşkil eder. Bu unsurlardan ilk gruptakiler aynı oranda dengelenmiş olan, ikincisi eşit oranda olmayan karışımlardır ve belki de karışmamış olduğu için sıcak, soğuk, yaş ya da kurudur” (Elgood, XIV [1962], s. 49). Tıbb-ı nebevîye dair literatür, hümoral patolojinin sadece seviyeli tıbbî düşünceler üzerinde değil, dinî kavramlar üzerinde de ne kadar derin bir etki bıraktığını göstermektedir (Perho, bk. bibl.).
Din ve büyü de tıp konusunda farklı biçimlerde rol oynamıştır. Hastalıkla karşılaşıldığında pek çok müslüman, hıristiyan ve yahudi Tanrı’ya dua ederek duygularını yansıtmış ve O’nun yardımını istemiştir. Ancak müslümanlar daha da ileri gitmiş, bir kâğıt üzerine belirli bir sûreyi yazarak onu bir kolye gibi taşımışlar; ya da bazı Kur’an âyetlerinin yazılı olduğu kâselerden su içmişlerdir. Bu konuda câiz görülen dinî uygulama ile câiz olmayan büyünün kullanımı arasındaki çizgi her zaman belirgin değildir. Her hâlükârda Mısırlı âlim Ahmed b. Ali el-Bûnî’ye nisbet edilen eser gibi büyü, efsun ve muska üzerine yazılmış el kitapları mevcuttur (Magic and Divination in Early Islam, ed. E. Savage-Smith, London 2004).
İslâm tıp tarihçiliği için âlimler IX. yüzyıl Bağdat’ında sahaflık yapan İbnü’n-Nedîm’in el-Fihrist’i, Kurtubalı hekim İbn Cülcül’ün Ṭabaḳātü’l-eṭıbbâʾ ve’l-ḥükemâʾsı, İbnü’l-Kıftî’ye ait Târîḫu’l-ḥükemâʾnın Muhammed b. Ali ez-Zevzenî tarafından yapılan muhtasarı, İbn Ebû Usaybia’nın ʿUyûnü’l-enbâʾ fî ṭabaḳāti’l-eṭıbbâʾsı ve Kâtib Çelebi’nin Keşfü’ẓ-ẓunûn’u gibi biyobibliyografik eserlere sıkça ve gereğinden fazla itibar etmiştir. Son otuz yıl boyunca ilim adamları, gittikçe artan bir gayretle daha çok sayıda çağdaş kaynağı kullanarak İslâm tıp tarihini yazmaya çaba göstermektedir. Bununla birlikte İbn Sînâ döneminden sonra bir gerileme ve düşüş yaşandığına dair genel bir kanaat bulunmaktadır ki bu algının etkin bir şekilde sorgulanması gerekir (Joosse – Pormann, LXXXIV/1 [2010], s. 1-29). Zira tıp, bu sözde klasik dönemden sonra Abbâsîler’in altın çağı ile Osmanlı Devleti’nin farklı bölgelerinde uzun zaman gelişimini sürdürmüştür. Suriyeli bir hekim olan Dâvûd-i Antâkî Teẕkiretü üli’l-elbâb ve’l-câmiʿ li’l-ʿacebi’l-ʿucâb adlı bir eser yazmıştır. Bu eserde sadece İbn Sînâ’nın el-Ḳānûn’unda örnekleri verilen ilk dönem Grek-Arap tıp geleneğini resmetmiş, ayrıca bazı Avrupa menşeli reçetelerle birlikte frengi hastalığı gibi yeni hastalıkların açıklamasına yer vermiştir. Bunun gibi saray hekimi olan İbn Sellûm Sâlih b. Nasrullah, eṭ-Ṭıbbü’l-cedîd el-kîmyâʾî adlı eserinde kimyasal tıpta Paracelsus’un iki büyük Alman takipçisinin eserini tercüme etmiştir (Savage-Smith, Pharmacy in History, XXIX [1987], s. 3-28). Dolayısıyla Doğu ile Batı arasındaki fikir alışverişi herhangi bir zamanda kesintiye uğramadığı gibi tıp da hiçbir zaman durgunlaşmamıştır. Hatta XIX. yüzyıl boyunca sömürge tıbbıyla olan pek çok yüzleşme de Batı’nın üstünlüğünü ortaya koymuyordu. Nitekim aynı yüzyılın ilk yarısında Fransız hekimi A. B. Clot, Mısır’da müslüman arkadaşlarıyla pek çok fikir alışverişinde bulunmuştur (Moulin, s. 42-58).
Ortaçağ İslâm tıbbının Ortaçağ’larda ve Rönesans döneminde Avrupa üzerindeki etkisi üzerine ne söylense azdır. İtalya, İspanya ve Antakya’daki birçok Arapça tıp metni Latince’ye çevrilmiştir. Bu çabalarda başarılı iki kişi Afrikalı Konstantin (ö. 1087) ve Cremonalı Gerard (ö. 1187) olmuştur. Bunlar sadece Ebû Bekir er-Râzî’nin eṭ-Ṭıbbü’l-Manṣûrî (Liber ad Almansorem), Ali b. Abbas el-Mecûsî’nin el-Kitâbü’l-Melekî (Liber regius) ve İbn Sînâ’nın el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıb (Canon Medicinae) adlı büyük ansiklopedik çalışmalarını tercüme etmekle kalmamış, bunların yanında İshak b. İmrân’ın Kitâb fi’l-Mâlîḫulyâ (De Melancolia), İbnü’l-Cezzâr’ın cinsî münasebetle ilgili monografilerini de (De Coitu) çevirmişlerdir. Huneyn b. İshak’ın el-Mesâʾil fi’ṭ-ṭıb adlı eseri Latince’de Isagoge Johannitii diye meşhur olmuş, bu eser XIII. yüzyıldan itibaren henüz gelişmekte olan Avrupa üniversitelerinin pek çoğunda ders kitabı olarak okutulmuştur. Aynı şekilde Rönesans süresince İbn Sînâ’nın el-Ḳānûn’u onlarca defa basılmış olup -Kur’an’la birlikte- Arapça kitap pazarı için Avrupa’da basılan ilk kitaptır. Büyük Rönesans anatomisti Andreas Vesalius, Râzî’nin eṭ-Ṭıbbü’l-Manṣûrî’si için bir şerh yazmıştır. Dolayısıyla Arapça kaleme alınan tıp eserlerinin Latince çevirilerinin Batı’daki tıp tarihi üzerinde derin ve kalıcı bir etki bıraktığında hiç şüphe yoktur. Bununla birlikte Rönesans süresince bazı hekimler Arap tıbbının bu hâkim konumundan memnun olmamış, Araplar’la müslümanların tıbba olan katkılarını ortadan kaldırmak için şiddetle mücadele etmiştir (Pormann, Lire les médecins grecs, s. 113-141). Bunlar o dönemde Arap ve İslâm mirasını tarih kitaplarından çıkarıp atmada başarılı olmuşlarsa da günümüzde bu eğilim tersine dönmüştür.
İslâm tıbbı ayrıca devam edegelen bir gelenektir. Pek çok müslüman ülkede İbn Sînâ’nın metinleri ilgiyle okunmuştur. Çarşılarda çeşitli ilâçlar yapmak için gerekli ecza satın alınabilmiştir. Hint alt kıtasında bu tıbbî gelenek şimdilerde “Yunânî tıp” olarak isimlendirilen bir biçimde gelişme göstermiştir. En büyük klasik tıp geleneği olan Ayurveda’nın yanında müslüman göçmen cemaatler sayesinde günümüzde bu gelenek dünyanın her köşesine yayılmaktadır. Aynı şekilde tıbb-ı nebevî büyük rağbet görmekte ve bu konuda yazılmış pek çok eser çeşitli baskılar yapmaktadır. Sonuç olarak, Yunan hümoral patolojisiyle modern (Batılı) tıbbın birbiriyle uyumlu birlikteliğinin ticarî bakımdan son derece başarılı olduğu, “füzyon tıbbı” denilebilen geniş bir pazar da mevcuttur. Ortaçağ İslâm dünyasında gelişen tıbbî gelenek zamanımızda çeşitli yollarla yayılmaya ve büyümeye devam etmektedir.
BİBLİYOGRAFYA
Ebû Bekir İbnü’l-Enbârî, Kitâbü’l-Eżdâd (nşr. M. Th. Houtsma), Leiden 1881, s. 150-151.
Zehebî, eṭ-Ṭıbbü’n-nebevî, Kahire 1996, s. 242.
W. A. Greenhill, A Treatise on the Small-pox and Measles by Abu Becr Mohammed ibn Zacariya ar-Razi (commonly called Rhazes), London 1848.
A. Siggel, Die indischen Bücher aus dem Paradies der Weisheit Über die Medizin des ʿAlī Ibn-Sahl Rabban aṭ-Ṭabarī, Mainz 1951, s. 1097-1152.
Sezgin, GAS, III (Medizin-Pharmazie-Zoologie-Tierheilkunde Bis ca. 430 H.).
Ullmann, Die Medizin.
a.mlf., Islamic Medicine, Edinburgh 1978.
a.mlf., Wörterbuch zu den griechisch-arabischen Übersetzungen des 9. Jahrhunderts, Wiesbaden 2002.
a.mlf., Wörterbuch zu den griechisch-arabischen Übersetzungen des 9. Jahrhunderts, Supplements I-II, Wiesbaden 2006-2007.
O. Temkin, Galenism: Rise and Decline of a Medical Philosophy, Ithaca 1973.
H. H. Biesterfeldt, Galens Traktat ‘Dass die Kräfte der Seele den Mischungen des Körpers folgen’, Wiesbaden 1973.
J. Hampel, Medizin der Zoroastrier im vor Islamischen Iran, Husum 1982.
J. M. Duffy, “Byzantine Medicine in the Sixth and Seventh Centuries: Aspects of Teaching and Practice”, Symposium on Byzantine Medicine (ed. J. Scarborough), Washington 1984, s. 21-27.
Augenheilkunde im Islam: Texte, Studien und Übersetzungen (ed. Fuat Sezgin), Frankfurt am Main 1986, I-IV.
N. G. Siraisi, Avicenna in Renaissance Italy: The Canon and the Medical Teaching in Italian Universities after 1500, Princeton 1987.
M. W. Dols, Majnūn: The Madman in Medieval Islamic Society (ed. D. E. Immisch), Oxford 1992.
I. Perho, The Prophet’s Medicine: A Creation of the Muslim Traditionalist Scholars, Helsinki 1995.
D. Gutas, Greek Thought, Arabic Culture: The Graeco-Arabic Translation Movement in Baghdad and Early Abbāsid Society (2nd-4th/8th-10th Centuries), London 1998.
a.mlf., “Medical Theory and Scientific Method in the Age of Avicenna”, Before and After Avicenna: Proceedings of the First Conference of the Avicenna Study Group (ed. D. C. Reisman), Leiden 2003, s. 145-162 (Islamic Medical and Scientific Tradition [ed. P. E. Pormann], London 2010 içinde tekrar yayımlanmıştır).
Abdülazîz b. Abdülcebbâr es-Sülemî, İmtiḥânü’l-elibbâʾ li-kâffeti’l-eṭıbbâʾ: Questions and Answers for Physicians: A Medieval Arabic Study Manual by ʿAbd al-ʿAzīz al-Sulamī (ed. ve trc. G. Leiser – N. al-Khaledy), Leiden 2004.
P. E. Pormann, “The Alexandrian Summary (Jawāmi’) of Galen’s on the Sects for Beginners: Commentary or Abridgment?”, Philosophy, Science and Exegesis in Greek, Arabic and Latin Commentaries (ed. P. Adamson v.dğr.), London 2004, II, 11-33.
a.mlf., “La querelle des médecins arabistes et hellénistes et l’héritage oublié”, Lire les médecins grecs à la renaissance: Aux origines de l’édition médicale, actes du colloque international de Paris, 19-20 septembre 2003 (ed. V. Boudon-Millot – G. Cobolet), Paris 2004, s. 113-141 (İngilizce tercümesi: “The Dispute between the Philarabic and Philhellenic Physicians and the Forgotten Heritage of Arabic Medicine”, Islamic Medical and Scientific Tradition içinde tekrar yayımlanmıştır).
a.mlf., “Islamic Medicine Crosspollinated: A Multilingual and Multiconfessional Maze”, Islamic Crosspollinations: Interactions in the Medieval Middle East (ed. A. A. Akasoy – J. E. Montgomery – P. E. Pormann), Oxford 2007, s. 76-91.
a.mlf., “Al-Rāzī (d. 925) on the Benefits of Sex: A Clinician Caught between Philosophy and Medicine”, O Ye Gentlemen: Arabic Studies on Science and Literary Culture, in Honour of Remke Kruk (ed. A. Vrolijk – J. P. Hogendijk), Leiden 2007, s. 115-127 (Islamic Medical and Scientific Tradition içinde tekrar yayımlanmıştır).
a.mlf., “Medical Methodology and Hospital Practice: The Case of Tenth-Century Baghdad”, In the Age of al-Fārābī: Arabic Philosophy in the 4th/10th Century (ed. P. Adamson), London 2008, s. 95-118.
a.mlf., “Medical Education in Late Antiquity: From Alexandria to Montpellier”, Hippocrates and Medical Education: Selected Papers Read at the XIIth International Hippocrates Colloquium, Universiteit Leiden, 24-26 August 2005 (ed. H. F. J. Horstmanshoff – C. R. van Tilburg), Leiden 2010, s. 419-442.
a.mlf., “Yuhannā ibn Sarābiyūn: Further Studies into the Transmission of his Works”, Arabic Sciences and Philosophy, XIV (2004), s. 233-262.
a.mlf., “The Physician and the Other: Images of the Charlatan in Medieval Islam”, Bulletin of the History of Medicine, LXXIX/2, Baltimore 2005, s. 189-227 (Islamic Medical and Scientific Tradition içinde tekrar yayımlanmıştır).
a.mlf., “Case Notes and Clinicians: Galen’s Commentary on the Hippocratic Epidemics in the Arabic Tradition”, Arabic Sciences and Philosophy, XVIII (2008), s. 247-284.
C. Alvarez-Millan, “Practice Versus Theory: Tenth-Century Case Histories from the Islamic Middle East”, The Year 1000: Medical Practice at the End of the First Millennium (ed. P. Horden – E. Savage-Smith), Oxford 2000, s. 293-306 (Islamic Medical and Scientific Tradition içinde tekrar yayımlanmıştır).
E. Savage-Smith, “The Practice of Surgery in Islamic Lands: Myth and Reality”, a.e., s. 307-321.
a.mlf., “Ibn al-Nafīs’s Perfected Book on Ophthalmology and His Treatment of Trachoma and its Sequelae”, Journal for the History of Arabic Science, IV (1980), s. 147-204 (Islamic Medical and Scientific Tradition içinde tekrar yayımlanmıştır).
a.mlf., “Drug Therapy of Eye Diseases in Seventeenth-Century Islamic Medicine: The Influence of the ‘New Chemistry’ of the Paracelsians”, Pharmacy in History, XXIX (1987), s. 3-28.
a.mlf., “Attitudes Toward Dissection in Medieval Islam”, Journal of the History of Medicine and Allied Sciences, L (1995), s. 68-111 (Islamic Medical and Scientific Tradition içinde tekrar yayımlanmıştır).
a.mlf., “Ṭibb”, EI2 (İng.), X, 452-460.
S. Tibi, The Medicinal Use of Opium in Ninth-Century Baghdad, Leiden 2006.
J. Bray, “The Physical World and the Writer’s Eye: al-Tānūkhī and Medicine”, Writing and Representation in Medieval Islam: Muslim Horizons (ed. J. Bray), London 2006, s. 215-249.
P. E. Pormann – E. Savage-Smith, Medieval Islamic Medicine, Edinburgh 2007.
P. Horden, Hospitals and Healing from Antiquity to the Later Middle Ages, Aldershot 2008.
M. Shefer-Mossensohn, Ottoman Medicine, New York 2009.
A. Marie Moulin, “The Construction of Disease Transmission in Nineteenth-Century Egypt and the Dialectics of Modernity”, The Development of Modern Medicine in Non-Western Countries: Historical Perspectives (ed. H. Ebrahimnejad), London 2009, s. 42-58.
Islamic Medical and Scientific Tradition (ed. P. E. Pormann), London 2010.
M. Meyerhof, “Ibn an-Nafis (XIIIth Cent.) and His Theory of the Lesser Circulation”, ISIS, XXIII (1935), s. 100-120.
Cyril L. Elgood, “Tibbul-Nabi or Medicine of the Prophet”, Osiris, XIV, Bruges 1962, s. 33-192.
F. Rosenthal, “Life is Short, the Art is Long: Arabic Commentaries on the First Hippocratic Aphorism”, Bulletin of the History of Medicine, XL (1966), s. 226-245.
G. Leiser, “Medical Education in Islamic Lands from the Seventh to the Fourteenth Century”, Journal of the History of Medicine and Allied Sciences, XXXVIII (1983), s. 48-75 (Islamic Medical and Scientific Tradition içinde tekrar yayımlanmıştır).
D. Waines, “Dietetics in Medieval Islamic Culture”, Medical History, XLIII (1999), s. 228-240 (Islamic Medical and Scientific Tradition içinde tekrar yayımlanmıştır).
S. Bhayro, “Syriac Medical Terminology: Sergius and Galen’s Pharmacopia”, Aramaic Studies, III (2005), s. 147-165.
A. A. Akasoy – R. Yoeli-Tlalim, “Along the Musk Routes: Exchanges Between Tibet and the Islamic World”, Asian Medicine, III (2007), s. 217-240.
N. P. Joosse – P. E. Pormann, “Decline and Decadence in Iraq and Syria after the Age of Avicenna? Abd al-Latif al-Baghdādī (1162-1231) between Myth and History”, Bulletin of the History of Medicine, LXXXIV/1 (2010), s. 1-29.
https://islamansiklopedisi.org.tr/tip#2-osmanli-donemi
Osmanlı Dönemi. Osmanlı hekimleri XVIII. yüzyılın ilk çeyreğine kadar klasik İslâm tıbbına bağlı kaldı. Huneyn b. İshak’ın eserleri, İbn Sînâ’nın el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıb, Ebü’l-Kāsım ez-Zehrâvî’nin Kitâbü’t-Taṣrîf, Ebû Bekir er-Râzî’nin el-Ḥâvî fi’ṭ-ṭıb, İsmâil b. Hasan el-Cürcânî’nin Ẕaḫîre-i Ḫârizmşâhî, İbnü’l-Baytâr’ın el-Câmiʿ li-müfredâti’l-edviye ve’l-aġẕiye, İbnü’n-Nefîs’in el-Mûcez fi’ṭ-ṭıb gibi tıbba dair temel eserler okutuldu; ayrıca bu kitaplardan Türkçe’ye alıntılar ve çeviriler yapıldı. İslâm tıbbının temel eseri ve Osmanlı hekimlerinin başlıca kaynağı olan el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıb, Mustafa b. Ahmed et-Tokadî tarafından Tahbîzü’l-mathûn adıyla Türkçe’ye tercüme edildi. Aynı zamanda antik dönemin önde gelen isimlerinden Hipokrat, Galen (Câlînûs), Dioskorides gibi şahsiyetlerin kitaplarından çeviriler ve alıntılar üzerinde açıklamalar yapılarak tartışmalar yürütüldü. Muhammed b. Mahmûd eş-Şirvânî, Sabuncuoğlu Şerefeddin, Sinoplu Mü’min b. Mukbil gibi hekimler çeviri, şerh ve telif eserlerin içine kendi tecrübelerini de kaydettiler. Kuruluş döneminde âlimler tecrübe ve bilgilerini geliştirmek amacıyla önde gelen ilim merkezlerinden Dımaşk, Bağdat, Kahire, Semerkant, Buhara, Tebriz ve Merâga gibi şehirlere giderdi. Fethin ardından İstanbul bilim merkezi olunca Yahyâ b. Mahmûd Engürî, Nidâî, Abdülbâki Şifâî, Emîr Çelebi gibi az sayıda hekimden başka ilim tahsili için Anadolu coğrafyası dışına pek çıkan olmadı. Mısır ve İran’dan İstanbul’a gelen hekimler yanında hükümdarların davetiyle saraya intisap eden ünlü tabipler de vardı. XIV. yüzyılın sonlarından XVII. yüzyıla kadar Fransa, Almanya ve özellikle İspanya’dan sürülerek Osmanlı Devleti’ne sığınan çok sayıda yahudi hekim de sarayda hizmet etti. Ayrıca birçok gayri müslim ve Avrupalı hekim Osmanlı topraklarında serbestçe mesleklerini icra etmekteydi. Osmanlılar’ın hüküm sürdüğü dönemde dünya bilim merkezi Doğu’dan Batı’ya kaymıştı. Avrupa’da gelişmekte olan yeni tıp XVI. yüzyılda ürünlerini verdi. Batı tıbbında meydana gelen Rönesans XVII. yüzyılda Osmanlı tıbbına nüfuz etmeye başladı ve XVIII. yüzyılda somut etkileri görülmekle birlikte büyük değişim XIX. yüzyılda gerçekleşti.
A) Tedavi Kurumları. 1. Klasik Dönem. Merkez Teşkilâtı. Hekimbaşılık. Seretıbbâ-yi hâssa, seretıbbâ-yi sultânî ve reîsületıbbâ adı verilen hekimbaşının yönettiği kurumun hangi dönemde ortaya çıktığı kesin şekilde belli olmamakla birlikte XV. yüzyılın başlarında varlığı bilinmektedir. Sağlık kurumunun en üst makamında bulunan hekimbaşı sarayın ve ülkenin sağlık işlerinden sorumluydu. Öncelikli görevi hükümdarın sağlığının korunması olup sarayın hastahane ve eczahaneleri ile dârüşşifâlara nezaret eder, bunların mensuplarının tayini için tercihte bulunur ve çalışmalarını denetlerdi. Son iki hekimbaşı dışında bütün hekimbaşılar ilmiye sınıfındandı. Hekimbaşılığa kadılıktan tayin âdet olduğu gibi azledilenler de kadı, müderris veya kazasker olarak görevlendirilirdi. XIX. yüzyılda sağlık teşkilâtı Batılılaşma doğrultusunda yeniden yapılandırılınca 1837’de Bâb-ı Seraskerî’ye bağlı Sıhhiye Dairesi, bir yıl sonra da salgın hastalıklarla mücadele için Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyye kuruldu. Sağlık mensuplarının imtihanı, ilâç imalinin denetimi ve sağlıkla ilgili sorunların çözümü gibi görevler 1840’ta Mekteb-i Tıbbiyye’de kurulan Meclis-i Umûr-ı Tıbbiyye’nin yetkisine verildi. Yetki ve sorumlulukları çeşitli kurumlara dağıtılan hekimbaşılık makamının 1844’te seretıbbâ-yi şehriyârî unvanıyla hükümdarın baştabipliğiyle sınırlandırılmasının ardından 1850 yılında hekimbaşılık lağvedildi (bk. HEKİMBAŞI).
Saray Hastahaneleri ve Sağlık Görevlileri. XVI. yüzyılda Sarây-ı Bîmârân, Oda-yı Marîz ve XVII. yüzyılda Dâire-i Tımarhâne, Enderûn-ı Hümâyun Hastahanesi gibi kurumların varlığı kaynaklardan, minyatür ve gravürlerden öğrenilmektedir. Topkapı Sarayı Enderûn-ı Hümâyun Hastahanesi’ni Tımarhane ağası (Bîmarhâne ağası) denilen hadım ağalar idare ederdi. Enderûn-ı Hümâyun Hastahanesi’nde Has Oda, Hazine Odası, Büyük Oda, Seferli Odası ve Küçük Oda’ya ait bölümler bulunurdu. Edirne Sarayı’nda, İstanbul’da Sarây-ı Atîk ve Sarây-ı Cedîd’de (Topkapı Sarayı) Harem içinde Câriyeler Hastahanesi olarak bilinen birer hastahane ve hasta hamamı vardı. Topkapı Sarayı Harem Hastahanesi, hamamı ve mutfağı bugüne gelebilen tek örnek yapıdır. Sarây-ı Atîk’te hastalar kethüdâsı kadın, hastalar ustası hanım ana, hastalar ağasının câriyesi, hastalar kethüdâsının câriyesi ve hekim kadın (tabibe, tabip kadın, karı hekime), kābile (ebe kadın) unvanı taşıyan kadın sağlıkçılar görev yapıyordu. Serbest çalışan ve saraya çağrılan kadın hekimler ve ebeler de vardı. Sarayın çeşitli cemaatlerine bağlı olarak saray içinde ve dışında, özellikle İstanbul, Bursa ve Edirne’de çok sayıda tabip, cerrah ve kehhâl (göz hekimi) çalışırdı. XIX. yüzyılın başlarında saray hekimlerinin sayısı 100’ün üstüne çıkmıştı. Saraya tayin edilen tabiplerin çoğu dârüşşifâlardan ve Süleymaniye Tıp Medresesi’nden nakledilirdi. Diğerleri ise ya hekim ailelerinden gelmekte ya da ünlü bir hekimden icâzetli bulunmaktaydı. İspanya’dan göç eden çok sayıda yahudi tabibin saraya alınması sebebiyle bir de yahudi tabipler cemaati (Cemâat-i Etıbbâ-yi Yahûdiyyân) oluşmuştu. Dârüşşifâların kendi vakfiyeleri doğrultusunda yönetilmesine karşılık tayinler başta olmak üzere işleyişi sarayın yönetim düzenine tâbi idi. Tabip, cerrah ve kehhâllerin meslekte yükselmeleri doğrultusunda saray, dârüşşifâ ve tıp medresesi gibi resmî yerlere tayinlerinde bir silsile vardı ve gerekmedikçe bu teamül bozulmazdı. Sefer esnasında saray ve dârüşşifâ tabip ve cerrahlarından orduda görevlendirilenler olurdu. Orduda ve kalelerde tabip ve cerrah bulundurulur, seferde seyyar sağlık hizmeti verilirdi. XVIII. yüzyıl sonlarında ve özellikle XIX. yüzyılda ordunun yeniden yapılandırılarak çağdaşlaştırılması faaliyetleri kapsamında asker hastahaneleri kuruldu. Ulûfeli tabipler izinle dükkân açıp dışarıda özel hasta da bakabilirdi. Dükkân adı verilen bu muayenehaneler çok değerliydi, çünkü bunların açılması gedik denilen izne bağlıydı. Dükkân gediği ancak ruûslu bir hekimin ölümü, emekliliği ya da yer değiştirmesiyle boşaldığında başka bir hekime verilirdi. Hekimbaşı Odası olarak bilinen Başlala Kulesi ile Helvahâne ve Gülhane gibi yapılarda saray mensupları için çeşitli ilâçlar hazırlanırdı. Hekimbaşının tarifiyle eczacılar başlala, Enderun kullukçusu ve zülüflü baltacıların gözetiminde ilâç yapardı. İlâçlar başlala ve hekimbaşı ile birlikte mühürlendikten sonra muhafaza edilirdi. Dârüşşifâlarda olduğu gibi sarayda da ecza ve ilâçlar Kilâr-ı Hâssa Odası’nda saklanıp korunurdu. Kilâr-ı Hâssa Odası’ndan Harem’e geçildiğinde sultana yemek pişirilen mutfakla Harem eczahanesi vardı. Saray mutfağının Helvahâne adı verilen bölümünde de şifalı yiyecek ve içecekler, tiryak, cevâriş, şerbet gibi mürekkep ilâçlar hazırlanır, büyük kazanlar içinde şurup, reçel, helva gibi tatlılar ve kokulu sabunlar yapılırdı.
Dârüşşifâlar. Selçuklular’da olduğu gibi Osmanlılar da fethettikleri yerlerde Anadolu sınırları içinde ve dışında hastahane kurma geleneğini sürdürdüler ve Selçuklu dönemi dârüşşifâlarından yararlandılar. İlk Osmanlı dârüşşifâsını Yıldırım Bayezid Bursa’da tesis etti. İstanbul dârüşşifâlarının ilkini Fâtih Sultan Mehmed, Fâtih Külliyesi bünyesinde inşa ettirdi. Osmanlı başşehirleri dışındaki ilk dârüşşifâ ise Manisa’da yaptırıldı. XIV-XVII. yüzyıllar arasında Anadolu’da inşa edilen dârüşşifâlar tarih sırasıyla şunlardır: Bursa Yıldırım Dârüşşifâsı (1399), İstanbul Fâtih Dârüşşifâsı, Edirne Beyazıt Dârüşşifâsı, Manisa Hafsa Sultan Dârüşşifâsı, İstanbul Haseki Hürrem Sultan Dârüşşifâsı, Süleymaniye Dârüşşifâsı ve Tıp Medresesi, Atik Vâlide Nurbânû Sultan Dârüşşifâsı, Sultan I. Ahmed Dârüşşifâsı (1620). Osmanlı dârüşşifâları çok amaçlı ve çok birimli külliye yapılanması içinde yer alır. Külliyenin merkezinde cami, etrafında medrese, imaret, hamam, dârüşşifâ ve ihtiyaca göre diğer kurumlar bulunur. Külliye içindeki imarethânenin mutfağında pişirilen yemeklerden külliye çalışanlarının yanı sıra yoksullar, yetimler ve yolcular da yararlanırdı. Bazı dârüşşifâlarda tabhâne denilen birim, nekāhet döneminde olan hastaların dinlendiği bir mekân olması sebebiyle ayrıca önem taşır. Külliyelerin bünyesinde dârüşşifâ ile doğrudan ilişkisi olan iki birim daha vardır ki bunlar sadece Süleymaniye Külliyesi’nde bulunur. Bunlardan biri tıp medresesi (dârüttıb), diğeri dârüşşifânın karşısında yer alan ve dârûhâne (dârülakākīr) adı verilen ecza evidir. Burası ecza deposu şeklinde hizmet verir ve diğer dârüşşifâlara da ilâç sağlanırdı.
Hastahane yönetmeliği niteliğindeki vakfiyelerde dârüşşifânın yönetim kuralları ve gelirlerin hangi kalemlerde ne kadar kullanılacağı açıkça belirtilmiştir. Çalışanların görev tanımları ve görev dağılımı, hastalarla ilişkide gözetilmesi gereken ahlâk ölçüleri, tayin edilecek görevlilerde aranan meslekî bilgiler, beceri ve ahlâk özellikleri, görevlilerin sorumluluğu, beklenen bakım düzeyi vakfiyelerde ayrıntılarıyla ortaya konur. Bu sağlık kurumları idarî ve malî bakımdan mütevelli heyetine bağlı olmakla birlikte devletin gözetimindeydi ve özellikle sağlık görevlilerinin tayinleri saraydan yapılırdı. Osmanlı dârüşşifâlarında hastalar ücretsiz tedavi edilir, bütün ihtiyaçları ve ilâçları devletçe karşılanırdı. Özellikle ihtiyaç sahiplerinin tedavi edilmesi ve tedavide zengin fakir ayırımı yapılmaması vakfiyelerde şart koşulurdu. Külliyenin idaresiyle ilgilenen, vakfı yöneten mütevelli dârüşşifâ yönetiminden de sorumluydu. Güvenilir bir kişi olması gereken mütevelli genellikle devlet tecrübesine sahip, medrese mezunu ve üst rütbeden ulemâ, asker, sancak beyleri, defterdarlar, sipahi ağaları gibi devlet ricâli arasından seçilirdi. Dârüşşifâlarda tabip, cerrah, göz hekimi, eczacı, hasta bakıcı, aşçı, kilerci, temizlikçi, bulaşıkçı, çamaşırcı, kapıcı, vekilharç, kâtip ve diğer birçok görevli çalışırdı. Mescidi bulunan dârüşşifâlarda imam, müezzin, gassâl, hamamı olanlarda külhancı ve tellâk gibi görevliler de vardı. Tabip ücretleri oldukça yüksekti. Günlük hesaplanan ve nakit ödenen maaşın yanı sıra arpa, buğday ve pirinç olarak verilen aynî yardımlar da vardı. Vakfiyelerde yer almayan yeni hizmetlerin ücretleri herhalde mütevellinin takdirine bırakılmıştır. Dârüşşifâda başhekimin gündelik ücreti 20 ile 30 akçe arasında değişirdi. İkinci tabibin gündeliği 10-15 akçe arasında olup 25 akçeye kadar çıkabilirdi. Birinci cerrahın gündeliği 5-8 akçe, ikinci cerrahın gündeliği 3-4 akçe, göz hekimininki 3 ile 8 akçe arasında değişirdi. XVI. yüzyılda Süleymaniye Dârüşşifâsı eczacısının gündeliği 3 ile 5 akçe arasındaydı.
Dârüşşifâya eczanın temini, ilâçların hazırlanması ve korunmasıyla ilgilenen görevliler yaptıkları işi tanımlayan çeşitli sıfatlar ve meslek adlarıyla anılırdı. Bitkilerden ilâç yapan eczacıya “aşşâb/saydelânî”, ham eczayı dövüp ezen eczacı kalfasına “edviyekûb”, şerbet adı verilen sıvı ilâçları hekimin reçetesine göre hazırlayanlara “şerbetçi/şerbetçiyân”, macun yapanlara “macunciyân” denirdi. Süleymaniye Dârüşşifâsı’nın günlük ilâç masrafının 300 akçe olduğu kaydedilir. Dârüşşifâdaki bir hizmet için yapılan görevlendirmede belirli bir süre yoktu; ölüm, istifa ve azil gibi sebeplerle boşaldığında yeni tayin yapılırdı. Dârüşşifânın idaresi ve ihtiyaçlarının giderilmesi vakfiye doğrultusunda mütevelliye aitti. Gerek bir dârüşşifâya tayin ve dükkân açma gerekse dükkânsız gezgin sağlıkçıların çalışmasına izin verme konusunda bir üstada hizmet etmiş ve işinin ehli olma ölçüsü aranırdı. Hekimbaşı veya saray hekimleri ya da o yörede bulunan beratlı dârüşşifâ ve ordu hekimlerinin yaptığı soruşturmanın sonucunda mesleğe ehil olmadığı anlaşılan kişinin faaliyetine son verilirdi. Ameliyat veya tedavi öncesinde kadı ve şahitler huzurunda hasta ya da vasîsinin rızası alınırdı. Davacı olunmasını önlemek amacıyla yapılan rıza sözleşmesi, hekimin kusuru veya bilinen yöntemler dışında tedavisi sonucunda hastanın zarar görmesi durumunda dava açılmasına engel değildi. Kadılar akıl hastalarının gözetim altına alınması, hasta ve yakınlarının şikâyetleri, adlî tıp uygulamaları gibi çeşitli konularla da ilgilenirlerdi. Osmanlı hekimlik töresinde din ve ırk ayırımı yapılmazdı. Sarayda olduğu gibi halk arasında da müslüman olan ve olmayanın birbirini tedavi edebildiği arşiv belgeleri ve mahkeme kayıtlarındaki sözleşmelerden anlaşılmaktadır (ayrıca bk. BÎMÂRİSTAN).
Cüzzamhâneler. Osmanlılar, Selçuklular gibi cüzzam hastalığının bulaşıcı olduğunu düşünür ve hastaları şehir dışında yaptırdıkları cüzzamhânelerde tedavi ederlerdi. Dârüşşifâlara cüzzamlılar yatırılmazdı. Cüzzam hastalığına yakalandığı tabip tarafından belirlenen kişi kanun gereği bir cüzzamhânede tecrit edilirdi. Cüzzamhâneye Miskinler Tekkesi de denirdi. Selçuklular’ın Kayseri, Sivas, Konya, Adana, Amasya, Kastamonu ve Tokat’ta kurdukları cüzzamhânelerden yararlanan Osmanlılar ayrıca Bursa, Edirne, İstanbul, Kıbrıs, Sakız, Girit ve Sömbeki (Nimöz) adalarında cüzzamhâneler açmıştı. Cüzzamhânelerden en ünlüleri Kayseri’deki Meczûmîn Zâviyesi, Üsküdar ve Konya’daki Miskinler Tekkesi’ydi. 1514’te Yavuz Sultan Selim’in Bağdat yolu kenarında şehrin uzağına inşa ettirdiği ve Üsküdar Miskinler Tekkesi olarak tanınan cüzzamhânenin iç bahçeye bakan odaları, hamamı, çamaşırhanesi ve mescidi vardı. Burada tecrit edilen cüzzamlılar aileleriyle birlikte yaşardı (bk. CÜZZAM; MİSKİNLER TEKKESİ).
2. Modern Dönem. Sivil Hastahaneler. Klasik dönemde halka sağlık hizmeti veren vakıf kurumları olan dârüşşifâların yapımı XVII. yüzyıldan sonra sürdürülmedi. Depremler ve yangınlar yüzünden harap olmaları yanında zengin gelir kaynaklarının XIX. yüzyılda kaybedilen topraklarda kalması veya başka kişi ve kurumlara devredilmesi gibi sebeplerle gereken onarımları yapılamadı ve kuruluş amacına uygun olarak işletilemez duruma geldi. Diğer yandan tıp alanındaki yenilikler karşısında yetersiz kalmaya başlayan, gelişen yeni tıbbın gereklerini karşılayamayan yapılarıyla dârüşşifâlar kuruluştaki işlevlerini kaybetti. XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren çağın tıp uygulamalarına ve görev dağılımına uygun biçimde planlanan gureba hastahaneleri, yüzyılın ikinci yarısında da belediye hastahaneleri açılmaya başlandı. Böylece genel hastahane hizmeti veren dârüşşifâlarda her çeşit hasta tedavi edilirken gureba hastahanelerinin kurulmasıyla birlikte dârüşşifâlarda evinde bakılamayan veya kimsesiz olan akıl hastalarına bakıldı. Bunun sonucunda tımarhane ve bîmarhâne tabirleri akıl hastahanesi karşılığında kullanıldı. Eski dârüşşifâ geleneğinde olduğu gibi gureba hastahanelerinde de öncelikle yoksul halka ve gelip geçen yolculara hizmet verildi.
Mevcut bilgilere göre kimsesiz yoksullar (garipler/gureba) için yaptırılan ilk hastahane, 1836’da Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Külliyesi Medresesi’nde açılan Gureba ve Bekâr Hastahanesi’dir. 1843 çiçek salgını esnasında hastahanelerin yetersiz kalması üzerine Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın inşa ettirdiği, 1845’te tamamlanan Bezmiâlem Vâlide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi (Gurebâ-yi Müslimîn Hastahanesi) 1847’de hasta kabul etmeye başladı. Adında ilk defa “hastahane” kelimesi kullanılan bu sağlık kurumu bir vakıf eseri olması bakımından aynı zamanda Avrupalılaşma döneminin ilk sivil sağlık kuruluşudur. Anadolu’daki çeşitli şehirlerin yanı sıra Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve günümüzde İsrail, Suudi Arabistan, Yemen, Libya gibi ülkelerin bulunduğu Osmanlı topraklarında gureba hastahaneleri açıldı. Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kızı Zeynep Hanım ile eşi Yûsuf Kâmil Paşa’nın kurduğu Zeynep Kâmil Hastahanesi (1862) vakıf gelirleri olmadığından vârislerin tahsisatıyla onarımları yapıldı, zaman içinde zengin hastalardan ücret alınarak yaşatıldı; daha sonra askeriye, tıp fakültesi ve belediye gibi çeşitli kurumlarca işletildi. Günümüzde kadın-doğum ve çocuk hastalıkları hastahanesi olarak faaliyet görmektedir.
Islahat Fermanı ile birlikte (1856) hapishane binaları ve sağlık koşulları düzenlenmeye, bu bağlamda merkezî hapishanelerde hastahaneler kurulmaya başlandı. 1880 yılında çıkarılan Hapishaneler ve Tevkifhaneler Nizamnâmesi her hapishaneye bir hastahane binası ya da odasının yapılmasını gerektiriyordu. 1865 kolera salgınının ardından Beyoğlu’nda kurulan Altıncı Dâire-i Belediyye Hastahanesi ilk belediye hastahanesidir. St. Vincent de Paul rahibelerinin de çalıştığı bu kurumda inanç ve soy ayırımı yapılmadan hastalar ücretsiz tedavi edilirdi. 1874’te bu hastahane Tophane’ye taşındı ve daha çok Galata ve Beyoğlu’nda kavga edip yaralananlar geldiğinden buraya Altıncı Dâire-i Belediyye Mecrûhîn Hastahanesi adı verildi. 1910’da Müessesât-ı Hayriyye-i Sıhhiyye Müdüriyeti’ne devredilen bu hastahane erkeklere ayrılarak Beyoğlu Zükûr Hastahanesi oldu. Günümüzde Beyoğlu Devlet Hastahanesi adıyla faaliyetini sürdürmektedir. XIX. yüzyılın son çeyreğinde kadınlar için hastahaneler yaptırıldı veya hastahanelerin içinde kadınlara mahsus bölümler açıldı, doğumhaneler kuruldu. Frengi gibi bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek amacıyla 1879’da hazırlanan tâlimatnâme gereği Karaköy’deki bir konakta Altıncı Dâire-i Belediyye Nisâ Hastahanesi açıldı. Özellikle kimsesiz olan veya zührevî hastalıklara yakalanan kadınlar için Beyoğlu Nisâ Hastahanesi (Emrâz-ı Zühreviyye Hastahanesi) 1883’te faaliyete başladı. İstanbul’un ilk modern doğumevi (vilâdethâne, serîriyyât-ı vilâdiyye) 1892’de Gülhane Bahçesi içindeki bir binada açıldı, 1909’da Kadırga’ya taşındı.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (Doksanüç Muharebesi) sonrasında Rumeli’den göç eden hastalar, sakatlar, dul ve yetimlere hizmet vermek için 1891’de Bursa Dârülacezesi kuruldu. II. Abdülhamid’in iradesi ve bağışlarıyla İstanbul’da 1896’da açılan Dârülaceze Müessesesi’nde inanç ve soy ayırımı yapılmadan muhtaç kimselere hizmet verildi. İstanbul Dârülacezesi ırda‘hâne (sütçocuğu yuvası), yetimhane, mekteb-i ibtidâî, dilsiz ve âmâlar mektebi, imalâthaneler, hastahane, doğumevi, bakteriyolojihâne, etüv dairesi, çamaşırhane, eczahane ve ibadethâneleriyle (cami, Rum ve Ermeni kiliseleri ve sinagogu) çok yönlü hizmet veren, her ihtiyacın düşünüldüğü komple bir sağlık ve sosyal yardım kurumudur (bk. DÂRÜLACEZE). Dünyanın ilk çocuk hastahanelerinden olan Hamidiye Etfâl Hastahâne-i Âlîsi, dönemin en ileri sağlık kurumu olarak II. Abdülhamid’in 16 Şubat 1898 tarihli iradesiyle yaptırıldı. Burada inanç ve soy ayırımı gözetmeden bütün çocuklar ücretsiz tedavi edilirdi. Türkiye’de stetoskopun ilk kullanımı, röntgen ışınlarıyla kanser tedavisinin ilk uygulanışı ve kaloriferle ısıtma ilk defa bu hastahanede gerçekleşti. 1908 yılından sonra ihmale uğrayan hastahanenin tarihî yapıları 1968’de yıkıldı ve yapılan yeni hastahanenin adı da Şişli Çocuk Hastahanesi oldu.
II. Abdülhamid döneminde bulaşıcı hastalıklara karşı büyük bir mücadele verilerek Avrupa’da kaydedilen mikrobiyoloji alanındaki buluşlar ve yenilikler yakından izlendi ve en kısa sürede uygulandı. Karantina, tebhîrhâne, aşı üretimi, bakteriyolojihâne gibi kurumların yanı sıra hastahanelerde bulaşıcı hastalıklarla ilgili ayrı birimler oluşturuldu; frengi ve kolera gibi hızla yayılan hastalıklara mahsus hastahaneler tesis edildi. Hamidiye Etfâl ve Haseki Nisâ (Hamidiye) Hastahanesi gibi büyük hastahanelerde difteri, kızıl, kızamık, verem, boğmaca, yılancık gibi hastalıklara ayrılan koğuş, baraka ve pavyonlar oluşturuldu. Bu dönemde Karadeniz’den Orta Anadolu’ya doğru yayılan, ayrıca Loros, Silifke, Gazze, Yemen, Kudüs gibi ülkenin güney bölgelerinde seyreden frengi salgınına karşı frengi hastahaneleri yaptırıldı. İstanbul’da geçici kolera hastahaneleri kuruldu ve hastalar tecrit edildi. 1893 kolera salgını esnasında şehremaneti tarafından hastaları tedavi ve tecrit amacıyla Cerrahpaşa semtindeki Takıyyüddin Paşa Konağı satın alınarak hastahaneye dönüştürüldü. Burası 1910’da Cerrahpaşa Zükûr Hastahanesi adı altında erkekler için bir belediye hastahanesi oldu. Yıkılan binanın yerine 1912’de, günümüzde biri Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Müzesi, diğeri dekanlık binası olarak kullanılan iki kâgir bina yaptırıldı.
Askerî Hastahaneler. Osmanlı ordusunda ve kalelerde tabip ve cerrah görevlendirilmesi eski tarihlere kadar gider. Tersaneye ve seferde donanma gemilerine tabip ve cerrah tayin edilir, savaş alanı dışında yaralı ve hasta askerler kışlalarda hasta odalarında iyileştirilirdi. Ordunun sağlık işleri ordu hekimbaşısı ve cerrahbaşısı sorumluluğunda yürütülürdü. XVIII. yüzyılın sonlarında ve XIX. yüzyılda ordunun yeniden yapılandırılması faaliyetleri kapsamında Osmanlı coğrafyasının her yerinde asker hastahaneleri kuruldu. Savaşların ve salgınların yoğunlaştığı dönemlerde geçici hastahaneler açıldı. III. Selim devrinde 1793’te Nizâm-ı Cedîd ordusunun teşkiliyle askerî alanda başlatılan yeni düzenlemeler daha sonra tıp alanını yoğun biçimde etkiledi ve çağın gelişmelerine uygun planlanıp düzenlenen sabit asker hastahaneleri inşa edilmeye başlandı. XVIII. yüzyılın sonlarında kurulan Tophâne-i Âmire Hastahanesi ilk asker hastahanesi olarak bilinir. Levent Çiftliği Hastahanesi ve Toptaşı Asâkir-i Hâssa-i Muhammediyye Hastahanesi de ilk kurumlar arasında yer alır. Donanmaya mensup erler ve subaylar için Kasımpaşa Deniz Hastahanesi yaptırıldı (1795-1804). Osmanlı coğrafyasında asker hastahaneleri ileriki yıllarda giderek artan sayılarda açıldı. II. Mahmud devrinde kurulan hastahaneler arasında Bâb-ı Seraskerî Hastahanesi (1826), İstanbul’un en büyük hastahanelerinden biri olan Maltepe Hastahanesi (Asâkir-i Mansûre Hastahanesi, 1827-1828), Bahriye teşkilâtının ilk hastahanesi Merkez Bahriye Hastahanesi (1827), Mühimmât-ı Harbiyye (Askeriyye) Hastahanesi (Cebehâne Hastahanesi, 1828), Selimiye Hastahanesi (1833), Mekteb-i Harbiyye Hastahanesi (1834), Humbarahâne-i Ma‘mûre Hastahanesi (1836), Liman-ı Kebîr (Kavak) Hastahanesi (1838) sayılabilir. İstanbul’da Hassa askerlerinin tedavisi için Selimiye Kışlası yakınında Haydarpaşa Asker Hastahanesi (1846) ve İstanbul yakasındaki topçu askerlerin tedavisi için Gümüşsuyu Asker Hastahanesi (1849) Sultan Abdülmecid döneminde açıldı.
II. Abdülhamid zamanında Osmanlı-Rus Savaşı (1877-1878) sebebiyle İstanbul ve taşradaki bazı yapılar hastahaneye dönüştürüldü, askerler ve göçmenler için sabit ve seyyar hastahaneler yapıldı. Mîrgûn (Emirgân), İplikhâne, Beylerbeyi hastahaneleriyle Serviburnu Asker Hastahanesi ve Şemsipaşa Muhâcirîn Hastahanesi bu dönemde kuruldu. II. Abdülhamid’in saray mensupları ve muhafızları için 1884’te tesis ettiği Yıldız Asker Hastahanesi en son tıbbî gelişmelerin izlendiği bir kurum olarak gelişti. 1897’de Osmanlı-Yunan savaşı sırasında yaralıların tedavi edildiği Yıldız Asker Hastahanesi’nde dünyada ilk defa savaş yaralılarındaki mermilerin yeri ameliyat öncesinde röntgen çekimiyle tesbit edildi. Çanakkale savaşları esnasında İstihlâk-i Millî Cemiyeti Hastahanesi, Moda Asker Hastahanesi, Fenerbahçe Asker Hastahanesi, Ağa Hamamı Hastahanesi, Makriköy (Bakırköy) Hastahanesi kuruldu. I. Dünya Savaşı’nda açılan Çamlıca Asker Hastahanesi, Davutpaşa Asker Hastahanesi, Teâlî-i Nisvân Cemiyeti Hastahanesi, Pangaltı Asker Hastahanesi dışında daha pek çok asker hastahanesi faaliyete geçti. Osmanlı Hilâliahmer Cemiyeti (Kızılay Derneği) Osmanlı-Rus, Osmanlı-Yunan (1897), Trablusgarp ve Balkan (1912-1913) savaşlarında yaralı, hasta ve muhacirler için seyyar ve geçici hastahaneler açtı. Bu cemiyetin desteğiyle Balkan Savaşı sırasında Demirkapı ve Ayastefanos (Yeşilköy), Taşkışla, Kandilli, Şişli’de (Klemov) asker hastahaneleri kuruldu; Maçka Hastahanesi ile Tuzla Asker Hastahanesi de aynı dönemde açıldı.
Hıfzıssıhha Kurumları. Bulaşıcı hastalıklarla mücadeleye XIX. yüzyılda büyük önem verildi, hastalıkların yayılmasını önlemek için çeşitli sağlık kuruluşları oluşturuldu. Karantinalar kurulmadan önce salgın hastalıklar sırasında Maltepe Hastahanesi’nde asker hastaları tedavi ve tecrit edilirdi. Hastahanenin yetersiz kalması dolayısıyla koleralı hastalar 1831’de Kızkulesi Mat‘ûnîn Hastahanesi adı altında Kızkulesi’nde tecrit ve tedavi edildi. 1837’de Meclis-i Tahaffuz adı verilen Karantina Meclisi (Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyye) kurulduktan sonra salgın hastalıkların yayılmasını önlemek amacıyla İstanbul’da gerekli görülen yerlere karantinahâneler (tahaffuzhâneler) açıldı. İlk defa 1838’de Kuleli Kışlası tahaffuzhâne yapılarak gemiler burada denetlendi, yolcular bekletilerek izlendi ve hastalar tedavi edildi. Karantina hizmeti veren sıhhiye görevlileri burada eğitildi. Tahaffuzhâne 1842’de Anadolukavağı’na taşındı. 1867 tarihli Kolera Nizamnâmesi’nden sonra Boğazlar’da yeni tahaffuzhâneler açıldı. Koruyucu sağlık kuruluşları Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne’nin bünyesinde oluşturuldu. Pasteur’ün bulduğu kuduz aşısını hazırlamak ve salgın hastalıkları araştırmak üzere Dersaâdet Dâülkelb ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi açıldı (1887). Çiçek aşısı hazırlanması için Telkīhhâne-i Şâhâne (1892) kuruldu, hekimler ve hastahaneler burada üretilen aşıları kullandı. 1893-1894 kolera salgınında hastalıktan koruma ve tedavi sorumluluğunu üstlenen belediye dairelerince açılan hastahanelerin yanı sıra bulaşıcı hastalıklara yakalananların elbise ve eşyalarının, bulaşmış mekânların temizlendiği tebhîrhâneler yaptırıldı. Gedikpaşa, Tophane ve Üsküdar’da açılan tebhîrhânelerden Üsküdar Tebhîrhânesi günümüze kadar korunabilmiştir. Bulaşıcı salgın hastalıklar konusunda çok hassas davranan II. Abdülhamid, Demirkapı’daki Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne’nin bahçesinde bir Bakteriyolojihâne-i Şâhâne yaptırdı (1893). 1894’te burada hekimlere, veterinerlere eğitim verildi, Osmanlı Devleti’nin serum ve aşıları üretildi. 1894’ten sonra sadece kuduz çalışmalarının yapıldığı kuduz müessesesine Dâülkelb Ameliyathanesi denildi. 1922’de bu kurumlar Kimyahâne ve Sıhhî Müze ile birlikte Hıfzıssıhha Müessesesi adıyla birleştirildi (bk. HIFZISSIHHA).
Gayri Müslim ve Yabancı Hastahaneleri. Gayri müslim tebaa, Avrupa devletleri ve Amerikalı misyonerler Osmanlı coğrafyasında çeşitli sağlık faaliyetlerinde bulundu, cemaatleri ve yurttaşları için hastahaneler kurdu. Karaköy’de açılan Balıklı Rum Hastahanesi, gemi yoluyla bulaşıcı hastalıkların taşındığı limana yakınlığı dolayısıyla 1753’te Yedikule’de sur dışında yapılan binalara taşındı. Bu hastahane günümüzde de sağlık hizmeti vermeye devam etmektedir. İstanbul’da Rum Ortodoks cemaatine ait Yedikule Veba Hastahanesi (1753), Beyoğlu Veba Hastahanesi (1779) ve Gemici Hastahanesi (1762) açıldı. Taksim’de Surp Agop (St. Jacques) Ermeni-Katolik Hastahanesi (1836) dışında İstanbul’un Ermeni hastahanelerinden biri de muhtaç hasta ve yaşlılar için 1838’de Kazlıçeşme Yedikule’de inşa edilen Surp Pırgiç Ermeni Hastahanesi’dir. Balat Mûsevî Hastahanesi diye bilinen Or-Ahayim Hastahanesi 1886’da Balat civarındaki fakirlere hizmet verilen bir dispanser olarak kuruldu. 1898’de hizmete açılan Balat Ayvansaray’daki binasında hizmet gören, vakfı tarafından yönetilen hastahane halen faaliyetini sürdürmektedir.
B) Tedavi Yöntemleri. Hıltlar Nazariyesi. Günümüz teşhis araçlarının bulunmadığı dârüşşifâlarda hekim hastayı gözler, şikâyetlerini dinler ve hastalık belirtilerini izlerdi. Fizik muayeneyle hastada ateş, terleme, sararma gibi belirtiler arar, ayrıca el ile nabzı yoklar, bakmak suretiyle idrar ve gāita tetkiki yaparak hastalığın teşhisini koyar ve seyrini tahmin ederdi. Daha önceki İslâm tıp geleneği doğrultusunda Osmanlı tıbbında da dört unsur / dört tabiat (mizaç) nazariyesi esas alındı. Buna göre tabiattaki dört unsurun (ateş, su, toprak, hava) karşılığında insanda bulunan dört hılt yani kan, balgam, sarı safra ve kara safra farklı nitelikler (sıcaklık, kuruluk, soğukluk, nemlilik) taşır (bk. AHLÂT-ı ERBAA). Bu dört hıltın karışımı mizacı şekillendirir. Bir hıltın niteliğinin değişerek bozulması ya da miktarının çoğalıp azalması hıltlar arasında dengesizliğe ve sonuçta hastalığa yol açar. Hastayı tedavi için fazla ya da bozulmuş olan hıltı vücuttan atmak gerekir. Hastalığa sebebiyet veren zararlı hıltlar idrar söktürücü, müshil, kusturucu, terletici etkilere sahip eczalarla boşaltılırdı. Bozulduğu düşünülen kan unsuru hacamat ve sülük uygulanarak vücuttan atılırdı.
Sağlıklı Yaşama ve Hastalıktan Korunma. Klasik Osmanlı tıbbı hastalıklardan korunma üzerinde yoğunlaşmıştı. Tedavinin esası bozulan mizacın düzeltilmesine dayanırdı. Osmanlı tıp kitaplarında sağlıklı yaşama kurallarına büyük önem verilir. Yiyecek ve içecekler, spor, uyku, hamamda yıkanma ve duyguların insan sağlığı üzerindeki etkileri, sağlıklı yaşama yardımcı olacak tedbirler anlatılır. Sağlığı koruma ve sağlıklı yaşam için nelerin yapılıp nelerin yapılmayacağı; mizaca, mevsime, zamana göre alınması uygun gıda çeşitleri ve nitelikleri; giysilerin sağlığa etkisi; beden hareketinin ve dinlenmenin yarar ve zararları, uykunun etkileri, hamamın yarar ve zararları; cinsel ilişkinin yarar ve zararları; organların korunması; kusturucular ve müshillerle bedenin temizlenmesi gibi konular işlenir.
İlâçla Tedavi. Klasik Osmanlı tıbbında bazı meyve ve sebzelerle hayvan ürünleri işlenmeden ilâç gibi doğrudan hastalara verilirdi. Meselâ elma, üzüm, tavuk, balık gibi besin maddeleri hastayı tedavi amacıyla reçete edilirdi. Tabip hastanın sağlığını önce yiyecek ve içeceklerle korumaya ve tedavi etmeye çalışırdı. Bunun yanında hastalar bitki, hayvan ve madenlerden elde edilen ilâç ham maddesiyle ya da bunlardan terkip edilen ilâçlarla tedavi edilirdi. Hastaya uygun ilâcın verilebilmesi için eczaların sıcak, soğuk, kuru veya yaş olarak tanımlanan doğal niteliklerini ve tıbbî etkilerini bilmek gerekir. Vakfiyelerde, dârüşşifâda görevlendirilecek tabibin ilâçların terkip ve hazırlanışı konusunda usta ve tecrübeli olması şart koşulurdu. Etkili maddeleri elde edilmek istenen çiçekler, tohumlar, kökler vb. çeşitli yöntemlerle işlendikten sonra basit ilâç haline getirilirdi. Farklı eczanın karıştırılmasıyla hazırlanan ilâçlara mürekkebat adı verilirdi. İlâç terkipleri macun, merhem-pomat, yağ, koku, toz, hap, tablet, pastil, fitil, yakı vb. şekillerde hazırlanırdı. Tabipler ve cerrahlar ilâç yapmayı bilirdi. Ayrıca ilâçla uğraşan meslek sınıfları vardı ve yaptıkları işin mahiyetine göre adlar alırlardı. Tıbbî yağları ve kokulu suları elde etme geleneği ve attarlık önemli bir ticaret alanı olup İstanbul’da XVII. yüzyılın ortalarında 2000 civarında attar dükkânının varlığı kaydedilmektedir. Osmanlı arşiv belgelerinde yer alan ecza ve ilâç listelerinden 150-200 civarında ham eczanın pazarlandığı öğrenilmektedir. XIX. yüzyıla kadar hastalara verilen ilâçların büyük çoğunluğu dârüşşifâlarda imal edilirdi; birtakım şerbet, tiryak, macun, merhem ve haplar dışarıdan satın alınsa da bunların miktarı çok azdı. İslâm dünyasında modern anlamda ilk eczacılık öğretimi İstanbul’da 1839 yılında Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliyye-i Şâhâne’de açılan üç yıl süreli eczacı sınıfı ile başladı (ayrıca bk. AKRÂBÂZÎN; ATTAR; ECZACILIK).
Cerrahî Tedavi. Klasik dönem Osmanlı hekimliğinde ilâçla tedaviye gayret edilir, mecbur kalınmadıkça cerrahî girişimde bulunulmazdı. Anestezi ve antisepsi gibi tedbirlerin bulunmadığı bir çağda büyük ameliyatlardan kaçınılması gerekirdi. Ameliyat öncesinde hasta veya yakınlarından alınan rıza senetlerinden anlaşılacağı üzere en sık rastlanan cerrahî girişimler mesâneden taş çıkarma, fıtık ve sıraca (scrofulo) ameliyatlarıdır. Cerrahî uygulamaların büyük çoğunluğu hâricî tedavilerden oluşurdu (bk. CERRAHLIK; TEŞRÎH).
Müzikle Tedavi. Dârüşşifâ tıbbı dört unsur nazariyesiyle yürütüldüğü gibi müzikle tedavi de dört unsur nazariyesine dayandırılırdı. Müzik aletlerinin, teganni tarzlarının ve makamların tesirinin mizaçlara ve hastalıklara göre değiştiği kabul edilirdi. Dolayısıyla her hastaya ve hastalığa uygun makamda icra yapılırdı. Meselâ tıp yazmalarında felç hastalığına rast makamının iyi geldiği bildirilir. Günün saatlerinin tedaviyi etkilediği kabul edildiğinden kaynaklarda hangi mûsikinin günün hangi saatinde, haftanın hangi gününde, hangi makamın hangi mizaca iyi geleceğine dair ayrıntılı bilgiler ve çizelgeler bulunur. Soğuk mevsimde sıcak nağmelerin, sıcakta soğuk tabiatlı nağmelerin çalınması önerilirdi. Birçok hastalıkta nabız atışlarının çeşitli ritimler göstermesinden bazı anlamlar çıkarılır ve nabızla müzik nağmeleri arasında ilgi kurularak nabız hareketlerinin her biri bir makamla ilişkilendirilirdi. Ritmi aksayan, yavaş ya da hızlı ritimli nabızlar hastalık belirtisi açısından teşhiste önem kazandığı için hekimin müzik bilgisine de sahip olması beklenirdi. Amasya, Fâtih, II. Bayezid ve Süleymaniye dârüşşifâlarında sâzendeler ve hânendeler mûsiki icra ederek hastaların tedavisine yardımcı olurdu. Ta‘dîlü’l-emzice adlı eserinde müzikle tedaviye bir bölüm ayıran Osmanlı hekimi Şuûrî Hasan Efendi, Beyazıt (II.) Dârüşşifâsı’nda bazı kişilerin müzikle tedaviyi eğlenceye dönüştürüp görevlerini ihmal etmeleri ve bazı hastaların rahatsız olması yüzünden bunun yasaklandığını kaydeder.
C) Tıp Eğitimi. Önceleri dârüşşifâlarda tabip şâkirdi adı verilen öğrenciler tabiplerin yanında çıraklık yoluyla ustalaşırdı. Bursa ve Fâtih dârüşşifâlarında bir eğitimcinin bulunduğu ve usta-çırak usulüyle hasta başında eğitim gören tıp öğrencilerine odalar ayrıldığı arşiv belgelerinden öğrenilmektedir. Şâkirdler cemâat-i şâkirdân-ı etıbbâ denilen bir sınıf teşkil eder ve her biri günde 5 akçe alırdı. Usta olduklarında üçüncü ve ikinci tabip sıfatıyla dârüşşifâlara gönderilirlerdi. Süleymaniye Külliyesi içinde yer alan Tıp Medresesi (dârüttıb) dönemin tıp bilgi ve uygulamasının öğretildiği ilk Osmanlı medresesidir. Başlangıçta burada bir müderris, sekiz dânişmend, bir muîd ve bir noktacı görevlendirilmişti. Daha önce klasik medrese eğitimi alan ve dânişmend adı verilen yevmiyeli öğrenciler mezun olduğunda ilmiye kadrolarına tayin edilebilirdi. Başarılı dânişmendlerden seçilen bir muîd yardımcı öğretim görevlisi sıfatıyla müderrisin verdiği dersleri öğrencilere tekrar ettirirdi. Noktacı ise faaliyetleri teftiş ederdi. Terfi eden dânişmendler Fâtih Dârüşşifâsı’na şâkird olarak tayin edilir, terfi ya da becayiş yoluyla dârüşşifâya üçüncü ya da ikinci tabip olurdu. Fâtih Dârüşşifâsı ve Süleymaniye Tıp Medresesi dârüşşifâlara, saraylara ve orduya tabip yetiştiren başlıca kurumlardı. Süleymaniye Tıp Medresesi’nden sonra sarayda yabancı hekim istihdamı giderek azaldı. Dârüşşifâlarda hasta başında hekim eğitiminin yanı sıra hekim muayenehanelerinde teorik ve uygulamalı tıp eğitimi yaygındı.
Modern Tıp Eğitimi. Osmanlı hekimleri Batı dillerinden yapılan çeviriler, Avrupa’da tıp mekteplerinde tahsil gören Osmanlı tebaası gayri müslimler ve Osmanlı coğrafyasında faaliyette bulunan Avrupalı hekimler vasıtasıyla Batı tıbbıyla temasa geçmişti. Fakat Tıp Medresesi’nde geleneksel İslâm tıbbı ve uygulaması öğretilirdi. XIX. yüzyılın başında Batı tıbbını öğretecek okullara ihtiyaç doğdu. Çağdaş tıp öğretilmesi amacıyla 1805’te Rum tebaasına kurdurulan mekteple donanmada görevlendirilecek hekim ve cerrahların eğitimi için Kasımpaşa’da 1806’da Tersâne-i Âmire Hastahanesi’nin (İspitalya) yanına açılan Tıbhâne’nin ömrü uzun sürmedi. Tıbhâne-i Âmire (Dârüttıbb-ı Âmire) adıyla anılan ve günümüz tıp fakültelerinin başlangıcı kabul edilen yeni tıp mektebi II. Mahmud döneminde 14 Mart 1827 tarihinde resmen kuruldu. Bundan sonra İslâm tıbbından Avrupa tıbbına geçiş hızlandı. Bu okula Tanzimat’ın ilânına kadar yalnız müslüman öğrenci alınırken 1839’dan itibaren her cemaatten öğrenci okula kaydedildi. 17 Şubat 1839’da Mekteb-i Tıbbiyye’nin Galatasaray’daki yeni binasının açılış töreni yapıldı. Ardından yangın ve yetersizlik gibi sebeplerle bu okul faaliyetlerini değişik semtlerde sürdürdü. Kırım savaşında (1853-1856) orduda hizmet edecek yeterince hekim bulanamayıp Avrupalı hekimlere başvurulması üzerine hekim sayısını arttırmak amacıyla özel bir sınıf açılarak Türkçe eğitime geçildi. 1866’da bu mektebin içinde sivil bir tıp mektebi kurulması için irade çıktı ve bir yıl sonra ayrı bir sınıf olarak Türkçe tıp eğitimine başlandı. Türkçe eğitimin başarılı olması üzerine orduya hekim yetiştiren askerî kısımda 1870’te ilk sınıftan itibaren tedrisat Türkçeleştirildi. Böylece bu dönemde İstanbul’da çağın yeni tıp eğitiminin verildiği biri askerî (Mekteb-i Tıbbiyye-i Askeriyye-i Şâhâne), diğeri mülkî (Mekteb-i Tıbbiyye-i Mükiyye-i Şâhâne) iki tıp mektebi faaliyette bulunuyordu.
Haydarpaşa Asker Hastahanesi 1870’te Haydarpaşa Tatbîkāt-ı Tıbbiyye-i Askeriyye Mektebi olarak eğitim hastahanesine dönüştürüldü; hekim, cerrah ve eczacılar, burada iki yıl staj yaptıktan ve imtihan edilip yeterlik belgesi aldıktan sonra tabur ve hastahanelere tayin edilmeye başlandı. 1889 yılından itibaren mezunlar ihtisas için Berlin’e gönderilmeye başlandı. Gülhane Askerî Rüşdiye Mektebi binası 150 yataklı bir hastahane durumuna getirilip 1898’de Gülhane Tatbikat Mektebi ve Serîriyat Hastahanesi adıyla açıldıktan sonra stajlar burada yapıldı. II. Meşrutiyet’in ilânının ardından bu uygulama hastahaneyi ayrı bir tıp okuluna dönüştürdü. Askerî hekimlik derslerinin programa alındığı bu okul 1941 yılında Ankara’ya taşındı ve günümüze kadar Gülhane Askerî Tıp Akademisi olarak faaliyetini yürüttü. Askerî Tıbbiye’nin bulunduğu Demirkapı Kışlası’nın yetersiz kalması üzerine 1895’te II. Abdülhamid’in iradesiyle Kadıköy Haydarpaşa’da Askerî Tıbbiye için Haydarpaşa Asker Hastahanesi yanındaki geniş araziye yeni bir binanın yapılması kararlaştırıldı ve okul buraya nakledildi (1903). Bu binanın karşısına inşa edilen beş pavyon okulun eğitim hastahanesi şeklinde kullanıldı. Bu hastahane günümüzde Haydarpaşa Numune Hastahanesi adıyla faaliyet göstermektedir. 31 Ağustos 1903 tarihinde Şam Mekteb-i Tıbbiyye-i Mülkiyyesi üçüncü tıp mektebi olarak açıldı. Suriye vilâyetinin merkezi olan Şam’da kurulan Mekteb-i Tıbbiyye, İstanbul dışında kurulan ilk ve tek tıp okuludur. Meşrutiyet’in ilânından sonra İstanbul’da askerî ve mülkî iki tıp okulunun durumu yeniden değerlendirildi ve Mekteb-i Tıbbiyye-i Mülkiyye ile Şam Mekteb-i Tıbbiyye-i Mülkiyyesi, Maarif Nezâreti’ne bağlandı. Yeni kadrosu ve yeni şekliyle Mekteb-i Tıbbiyye-i Mülkiyye 1908’de İstanbul Dârülfünunu’nun bir şubesi olarak fakülte haline getirildi. 1909’da Askerî Tıbbiye’nin de bağlanmasıyla iki okul Dârülfünûn-ı Osmânî Tıp Fakültesi adı altında resmen birleştirildi (bk. MEKTEB-i TIBBİYYE).
D) Literatür. Klasik Dönem. Klasik dönemin Osmanlı hekimleri İslâm tıbbının Arapça ve Farsça kaynak eserlerinden doğrudan ya da Türkçe’ye çevirilerinden yararlanmanın yanı sıra telif eserler de meydana getirmiştir. XV. yüzyıldan itibaren sayısı hızla artan Türkçe tıp kitabı müelliflerinin çoğu ana kaynaklarını belirtmiş, kendi fikirlerini ileri sürmüş ve tecrübelerini bildirmiştir. Osmanlı döneminde Dâvûd-i Antâkî, Hacı Paşa ve Muhammed b. Mahmûd eş-Şirvânî gibi âlimler tarafından Arapça ve Farsça tıp kitapları kaleme alınmıştır. Erken dönem Türkçe tıp kitapları Türkçe tıp dilini en üst seviyede yansıtması bakımından büyük değer taşır. Osmanlı dönemine ait bilinen ilk Türkçe tıp kitabı Geredeli İshak’ın 792’de (1390) yazdığı Edviye-i Müfrede’dir. Bu eserde basit ilâçlar ve kullanıldıkları hastalıklar, hıltlar nazariyesi, sağlıklı yaşama şartları, cinsel ilişki, ihtiyarlık gibi konularda dönemin tıp bilgisi halkın anlayacağı bir dille anlatılmıştır. Bu dönemin Türkçe tıp kitaplarından bir diğeri Abdülvehhâb b. Yûsuf el-Mârdânî’nin (ö. 823/1420’den sonra) Kitâbü’l-Müntehab fi’t-tıb adlı eseridir. Mârdânî, Çağmînî’nin İbn Sînâ’ya ait el-Ḳānûn’u ihtisar ettiği Ḳānûnçe fi’ṭ-ṭıb adlı eserini Tercüme-i Kānûnçe adıyla Türkçe’ye çevirmiştir. Muhammed b. Mahmûd eş-Şirvânî ise ilk dönem Osmanlı tıbbının en çok eser veren müellifidir. Şirvânî sağlıklı yaşam kurallarından söz eden Sultâniyye’sini Çelebi Sultan Mehmed’e, Tuhfe-i Murâdî’sini II. Murad’a ithaf etmiştir. Eşref b. Muhammed Hazâinü’s-saâde adlı eserinde koruyucu hekimliğe dair bilgiler verir. Yine ilk dönem yazarlarından Hacı Paşa’nın (ö. 827/1424 [?]) Müntehab-ı Şifâ’sında görüldüğü gibi tıp bilgisinin yanı sıra dua, tılsım, muska formülleri vb. madde ötesi uygulamalara yer verilmesi istisnaî bir durumdur. Klasik tıp kitaplarının neredeyse tamamı hıltlar nazariyesine dayanan ve maddî tedavi yöntemlerini içeren eserlerdir.
Kütüphanelerdeki yazma nüshalarından halk arasında çok tutulduğu anlaşılan bazı Türkçe tıp kitaplarında genel bilgiler verilmekte, hastalıklar ve tedavileri sade bir dille ifade edilmektedir. Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulan İbn Şerîf’in (Ali Çelebi) Yâdigâr fi’t-tıbb’ında (828/1425 ?) koruyucu hekimliğe ait bilgilerle baştan ayağa hastalıklar ve tedavileri anlatılır. Nidâî’nin Türkçe muhtasar kitabı Menâfiu’n-nâs da halk arasında çok tutulmuştur. Enmûzecü’t-tıb adlı eserde klasik tıp bilgisiyle hastalıkları ve tedavilerini açıklayan Hekimbaşı Emîr Çelebi, anatominin öneminden ve anatominin seferlerde ölenlerin cesetlerinden öğrenilmesi gerektiğinden bahseder. Kitabın son bölümünde diğer bazı tıp kitaplarında olduğu gibi “Vesâyâ-i hükemâ-i selef ve etıbbâ-i halef” başlığı altında hekim ahlâkından söz edilir. Emîr Çelebi’nin yardımcısı için hazırladığı Netîcetü’t-tıb bir el kitabı niteliği taşır. Zeynelâbidîn b. Halîl’in Fâtih Dârüşşifâsı başhekimliği sırasında yazıp II. Murad’a takdim ettiği Şifâü’l-fuâd li-Hazreti Sultân Murâd da çok tutulmuş ve iki buçuk asır sonra Batı tıbbının hâkim olduğu bir dönemde de baskısı yapılmıştır (İstanbul 1289; Bulak 1300).
Osmanlı hekimleri eczacılık konusuna büyük önem vermiş, genel tıp kitaplarında ilâç tedavilerine daima geniş yer ayırmış, basit ve birleşik ilâçlarla ilgili birçok telif ve çeviri kitap hazırlanmıştır. İbnü’l-Baytâr’ın el-Müfredât’ının tercümeleri Anadolu’nun bitki örtüsünü de kapsadığından çok önem taşır. Mahmûd b. İlyâs eş-Şîrâzî’nin el-Ḥâvî fî ʿilmi’t-tedâvî’sinin çevirisi olan Mecmûatü’l-mücerrebât adlı eser organlara göre dâhilî ve hâricî hastalıklarla ateşli hastalıkların yanı sıra basit ve birleşik ilâçlara dair bilgiler içerir. Sabuncuoğlu Şerefeddin, İsmâil b. Hasan el-Cürcânî’nin Ẕaḫîre-i Ḫârizmşâhî’sinin “Akrâbâzîn” bölümünü Türkçe’ye çevirmiş ve ona iki fasıl eklemiştir. Sabuncuoğlu, meslekî tecrübelerine yer verdiği Mücerrebnâme (873/1468) adlı farmakoloji kitabında ilâçları hazırlanış şekline göre sınıflandırmış ve hangi rahatsızlıkta nasıl kullanılacaklarını yazmıştır. Mücerrebnâme Türkçe yazılan ilk tecrübî tıp eseri kabul edilir.
Hekimler veya hekim olmayanlarca yazılan Türkçe tıp ve ilâç terimleri sözlükleri Osmanlı tıp literatürünün bir başka dalını teşkil eder. XVII. yüzyılda ansiklopedist Osmanlı âlimi Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Lisânü’l-etıbbâ fî lugati’l-edviye (Fihrisü’l-ervâm fî lisâni’l-etıbbâ), Derviş Mustafa Siyâhî’nin Lugat-ı Müşkilât-ı Eczâ, Hekimbaşı Sakızlı Îsâ Çelebi’nin drogların Arapça, Farsça, Türkçe, Rumca, Süryânîce, Hintçe ve Frenkçe karşılıklarını verdiği Nizâmü’l-edviye adlı eserleri vardır. XVIII. yüzyılda Hayâtîzâde Şâkirdi diye tanınan Ebülfeyz Mustafa’nın Risâle-i Feyziyye fî lugāti’l-müfredâti’t-tıbbiyye’sinde droglar alfabe sırasıyla Türkçe ve Arapça olarak verilir; bazan da Farsça, Yunanca, Berberîce, Latince, Hintçe gibi dillerden karşılıkları zikredilir. Ebülfeyz Mustafa’nın müfret ve mürekkep devaları anlatan Düstûrü’t-tabîb fî ameli mîzâni’t-terâkîb adlı eseri ecza ölçülerinin tanıtılması bakımından ayrıca önemlidir. Muhammed Mü’min Hüseynî Tünekâbünî’nin Tuḥfetü’l-müʾminîn adlı, basit ve mürekkep devaları anlatan Farsça eseri Gevrekzâde Ahmed-i Sânî tarafından Gunyetü’l-muhassılîn fî tercemeti Tuhfeti’l-mü’minîn ismiyle Türkçe’ye çevrilmiştir. Maddelerin Yunanca, Süryânîce, Arapça, Farsça, Hintçe, Türkçe karşılıklarının verildiği eser mütercimin şerhleri ve tenkitleri bakımından değerlidir. Hekim olmayan Yirmisekizçelebizâde Mehmed Said Paşa Ferâidü’l-müfredât adıyla bir ecza lugatı hazırlamış ve alfabetik sırayla verdiği Arapça, Farsça, Türkçe, az sayıda Latince, Yunanca, Süryânîce drog isimlerinin Farsça, Türkçe, Arapça, daha az sayıda Yunanca, Hintçe, Latince, İspanyolca, İtalyanca, Süryânîce karşılıklarını zikretmiştir. Fazlızâde Mehmed’in Müfredât-ı Tıbb’ında alfabe sırasıyla Arapça, Farsça, az sayıda Süryânîce drog adlarının Türkçe, Arapça, Farsça, az sayıda Frenk, Rum ve Mısır dillerinde karşılıkları ve droglar hakkında ayrıntılı bilgi verilir. Osman b. Abdurrahman, İslâm ve Osmanlı dönemi ecza bilgisinin başlıca kaynağı olan, Antikçağ Yunan hekimi Dioskorides’i temel alan Pietro Andrea Matthioli’nin Di Pedacio Dioscoride Anazarbeo della Materia Medicinale adlı kitabını Kitâbü’n-Nebât adıyla Türkçe’ye çevirmiştir (1184/1770). Çok geniş biçimde ele alınan drogların Frenkçe, Arapça ve Türkçe adlarının Latince, Türkçe, Arapça, Boşnakça, Yunanca ve az sayıda Nemçe dilinde karşılıkları yazılır.
Cerrahî kitapları arasında en önemlisi, Amasya Dârüşşifâsı’nda on dört yıl hekimlik yapan ve birçok öğrenci yetiştiren Sabuncuoğlu Şerefeddin’in Cerrâhiyyetü’l-Hâniyye adlı eseridir (870/1465). Türkçe en kapsamlı cerrahî kitabı olan eser, Endülüslü hekim Ebü’l-Kāsım ez-Zehrâvî’nin Kitâbü’t-Taṣrîf li-men ʿaceze ʿani’t-teʾlîf adlı ansiklopedik tıp kitabının cerrahî bölümünün çevirisi olmakla birlikte Sabuncuoğlu’nun tecrübelerine ve farklı cerrahî alet çizimlerine de yer verilmiştir. Cerrâhiyyetü’l-Hâniyye’de hastanın durumunu ve ameliyat sırasında cerrahı gösteren tasvirlerin bulunması İslâm tıp tarihinde bir ilktir. Diğer cerrahî kitapları arasında Ebû Tâhir İbrâhim b. Muhammed el-Gaznevî’ye isnat edilen el-Ḫulâṣa fî fenni’l-cirâḥa isimli eserin Cerrah Mesud tarafından yapılan çevirisi, Muhammed b. Mahmûd eş-Şirvânî’nin Timurtaş Umur Bey’e ithaf ettiği Cerrahnâme adlı eseri, cerrah İbrâhim b. Abdullah’ın Çintar adlı Yunanca/Süryânîce cerrahî kitabını tercüme ettiği Alâim-i Cerrâhîn’i dikkat çeker. Alâim-i Cerrâhîn’de ayrıca Şirvânî, Hacı Paşa, Sabuncuoğlu ve Akşemseddin gibi Türk hekimlerinin ilâç terkipleri bulunur. Yaralar, kırık çıkıklar, urlar, kanserler, şarbon, dolama, fıtık, apse ve frengi gibi konuların ele alındığı eser ateşli silâh yaralarından ve frengiden ilk defa söz eden kitap olarak bilinir. Bursalı Ali Münşî Efendi’nin Cerrahnâme’sinde de cerrahî rahatsızlıklar ve tedavileri anlatılır.
Osmanlı döneminin en kapsamlı göz hastalıkları ve tedavisi kitabı Muhammed b. Mahmûd eş-Şirvânî’nin Mürşid adlı eseridir (841/1438). Sinoplu Mü’min b. Mukbil’in Kitâb-ı Miftâhu’n-nûr ve Hazâinü’s-sürûr’unda başın yapısı ve hastalıklarının yanı sıra göz hastalıkları ve tedavileri ele alınır. Mü’min b. Mukbil, Zahîre-i Murâdiyye fi’t-tıb adlı eserinde (841/1438) çeşitli hastalıkların yanı sıra göz ağrıları, göz kapağı ve göz tabakaları hastalıkları ve tedavilerini anlatır; ayrıca alet çizimleri verir ve kendi tecrübelerini aktarır. Geleneksel Osmanlı hekimliğinin son temsilcisi kabul edilen Gevrekzâde Hasan Efendi’nin (ö. 1216/1801), Sadaka b. İbrâhim’in göz hastalıklarına dair el-ʿUmdetü’l-küḥliyye adlı kitabının Zübdetü’l-kühliyye fî teşrîhi’l-basariyye adıyla çevirisinde modern göz anatomisi tasvirlerinin olması dikkat çekicidir. Doğum ve çocuk hastalıkları konusunda ilk Osmanlı eseri olan Şâbân-ı Şifâî’nin (ö. 1116/1705) Tedbîrü’l-mevlûd’ü klasik İslâm kaynaklarındaki bilgiler yanında yazarın kendi tecrübelerini de ihtiva eder. Gevrekzâde Hasan’ın Netîcetü’l-fikriyye fî tedbîri vilâdeti’l-bikriyye’si kadın ve çocuk hastalıkları hakkında yazılan ikinci eserdir. Bahnâme adı verilen kitap türünde ise cinsel gücü arttırıcı afrodizyakların yanı sıra hamile kalma ve gebelikten korunma gibi konular ele alınır. Tîfâşî’den ve Nasîrüddîn-i Tûsî’den yararlanarak yazılan Türkçe bahnâmelerden Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Râhatü’n-nüfûs fi’l-bâh, Taşköprizâde’nin Bâhnâme-i Pâdişâhî, Ebülfeyz Mustafa’nın Tuhfe-i Müteehhilîn’i anılabilir. Bulaşıcı hastalıklarla ilgili olarak Nidâî’nin veba ve bundan korunma yollarına dair risâlesi Rebîu’s-selâme klasik İslâm tıbbına ve yazarın kendi tecrübelerine dayanır. Osman b. Mûsâ Eskişehrî el-Mâûn fî mes’eleti’t-tâûn adlı eserinde (1210/1795) bulaşıcı hastalıklarla veba hakkında bilgiler verir. Gevrekzâde Hasan Efendi, Abdüsselâm el-Mühtedî’nin (İlyâs b. Abram) II. Bayezid için kaleme aldığı Micennetü’ṭ-ṭâʿûn ve’l-vebâ’yı Türkçe’ye çevirmiştir (1209/1795). İslâm tıbbına bağlı olan Gevrekzâde Hasan, Ebû Mansûr Hasan b. Nûh el-Kumrî’nin Sâmânî Hükümdarı II. Mansûr için yazdığı el-Ġınâ ve’l-münâ adlı dâhilî ve ateşli hastalıklara dair eserini Dürre mensûriyye fî tercemeti’l-Mansûriyye adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir.
Belirli bir konuyu ele alan monografi niteliğindeki eserler arasında Ahî Çelebi’nin (ö. 931/1524) kendi tecrübelerine de yer verdiği, böbrek ve mesâne taşlarının sebepleri, belirtileri ve tedavisine dair Risâle-i Hasâtü’l-kilye ve’l-mesâne adlı eseri çok önemlidir. Belirli konularla ilgili birden çok risâle kaleme alan hekimler de vardır. Bunlardan Kâtibzâde Mehmed Refî’nin İllet-i Sadr ve Rie, Evcâu’l-mefâsıl, İllet-i Mesâne ile Pâdzehr ve Anber ve Za‘fü’l-bâh adlı risâleleri anılabilir. Gevrekzâde Hasan da Risâle-i Nikris’te gut hastalığı ve tedavisini, Risâle fî iskorbüt’te C vitamini eksikliğinden olan iskorbüt hastalığını, Risâletü’l-mûsikiyye mine’d-devâi’r-rûhâniyye’de müzikle tedavi konusunu işlemiştir. Seyyid Mehmed Said Efendi’nin Mîzân-ı Nabz’ında nabızla teşhis üzerine klasik bilgiler verilir. Bazı hekimler bilgilerin kolay akılda tutulması için manzum tıp kitapları yazmıştır. Bunlardan Tutmacı lakaplı bir müellifin Aydınoğlu Umur Bey adına kaleme aldığı Tabîatnâme adlı risâle koruyucu hekimliğe dairdir. Sabuncuoğlu Şerefeddin’in öğrencisi Muhyiddin Mehî, Hacı Paşa’nın nazarî ve amelî tıp konularını ihtiva eden Teshîl’ini Nazmü’t-Teshîl (Müfîd) adıyla manzum hale getirmiştir. Meşhur divan şairi Ahmedî dönemin tıbbına dair Tervîhu’l-ervâh adlı mesneviyi yazmış, Nidâî de II. Selim’e sunduğu Dürr-i Manzûm’u (Manzûme-i Tıb) kaleme almıştır. Derviş Mustafa Siyâhî Mecmau’t-tıb ve Risâle fi’t-tıb adlı manzum eserlerinde çeşitli konuları anlatır. Bazı kitaplar doğrudan tıpla ilgili olmamakla birlikte tıbba dair meseleleri de içerir. Muhammed b. Mahmûd eş-Şirvânî Cevhernâme’sinde bazı değerli taşların tıbbî etkilerini tanıtır. Tuhfe-i Murâdî’sinde ise taşların yanı sıra afrodizyaklar ve kokular ele alınır. Mustafa b. Seydî’nin Cevâhirnâme-i Murâdî’sinde taşlar ve güzel kokulardan, Zaîfî Pîr Mehmed b. Evrenos’un Risâle-i Cevâhirnâme’sinde taşlardan söz edilir. Şâbân-ı Şifâî’nin Şifâiyye fi’t-tıb adlı eseri de kıymetli taşlar ve panzehirler üzerinedir.
Batılılaşma Dönemi. Avrupa dillerini bilen Osmanlı tebaası yahudi, Rum ve Ermeni tabip ve cerrahlarla Fransa, Hollanda, İtalya ve İspanya gibi Batı ülkelerinden gelerek Osmanlı coğrafyasında hekimlik yapan yabancıların Avrupa tıbbındaki buluşlara âşina oldukları düşünülse de XIX. yüzyıl öncesinde Osmanlı hekimliğine etkilerini gösteren eserlere ulaşılamamıştır. XVII. yüzyıldan itibaren yazılı metinlerde Avrupa tıbbının etkisi görülmeye başlar. Şemseddîn-i Itâkī’nin Teşrîḥu’l-ebdân adlı anatomi çalışmasında (1041/1632) İslâm dönemine ait anatomi çizimlerinin yanı sıra Avrupa anatomi kitaplarından örnekler aktarılmakta, ayrıca müellifin kendi katkıları yer almaktadır. Yeni anatomi bilgisinin tam aktarımı ise Şânîzâde Atâullah Mehmed Efendi’nin Mir’âtü’l-ebdân fî teşrîhi a‘zâi’l-insân adlı eseriyle gerçekleşmiştir (İstanbul 1235). XVII ve XVIII. yüzyıllarda Avrupa tıbbının Osmanlı toplumuna ilk yaygın, fakat olumsuz etkisi İsviçreli Paracelsus (T. B. von Hohenheim Paracelsus, ö. 1541) tıbbıyla gelmiştir. Avrupa tıbbını Osmanlı hekimlerine aktaran müelliflerden olan Hekimbaşı Sâlih b. Nasrullah (İbn Sellûm el-Halebî), İznikli Ömer b. Sinan, Ömer Şifâî Efendi, eski tıbba bağlı Gevrekzâde Hasan Efendi gibi Osmanlı hekimleri Paracelsus tıbbından çeviriler, alıntılar yapmış, Avrupa’dan aktarılan bu yeni tıp “tıbb-ı cedîd” (tıbb-ı cedîd-i kimyevî) adıyla tanınmıştır. İnorganik ilâçlar ve özellikle minerallerle tedaviye önem veren, tıbbî kimya ile uğraşan ve “hükemâ-i kimyâiyyûn” diye anılan hekimlerin öncüsü olan Paracelsus’un Osmanlı tıbbına etkisi XIX. yüzyılın başlarına kadar sürmüştür. Ġāyetü’l-beyân fî tedbîri bedeni’l-insân adlı eserinde Salernolu Nicolaus Myrepsos’dan yararlanan Sâlih b. Nasrullah, inorganik birleşikleri kullanarak kimyasal tedaviye öncülük eden Paracelsus’un görüşlerine geniş yer verdiği eṭ-Ṭıbbü’l-cedîd el-kîmyâʾî’yi yazmış, bu eser saray hekimi Hasan tarafından Gāyetü’l-münâ fî tedbîri’l-merdâ adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Sâlih b. Nasrullah, Senartus’un farmakolojiye dair Latince kitabı ile anılan eserinin özetini hassa tabiplerinden Nikola ile birlikte Tercüme-i Akrâbâzîn-i Cedîd adıyla tercümeye başlamış, vefatı üzerine bu çalışma Hayâtîzâde Damadı Süleyman Efendi tarafından tamamlanmıştır. Yeni tıbbın aktarıldığı bu kitapların bir kısmında ilâç yapımında kullanılan araç ve gereçlerin çizimleri ve resimleri yer almakta, ham eczanın işlenmesi ve ilâç haline getirilmesiyle ilgili tanımlar ve bilgiler bulunmaktadır. Bir yahudi mühtedisi olan Hekimbaşı Hayâtîzâde Mustafa Feyzî Hamse-i Hayâtîzâde (er-Resâilü’l-müşfiye li’l-emrâzi’l-müşkile) adlı beş kitaptan oluşan eserinde J. Frenel, D. Sennert, H. Fabricus, Z. Lusitanus, R. Fonseca, F. Platter, Anton, A. Benivieni, G. Fracastoro gibi Batılı yazarlara atıflarda bulunur.
Muhtemelen Giritli bir Rum mühtedisi olan Hekimbaşı Nûh b. Abdülmennân, Melchios isimli bir kişinin Yunanca eserinden oğlu Ömer Efendi’nin başladığı çeviriyi Tercüme-i Akrâbâzîn-i Melikyu adıyla tamamlamış ve kitaba kendi tecrübelerini de eklemiştir. Ömer Şifâî Efendi’nin Minhâcü’ş-şifâî fî tıbbi’l-kimyâî ve Mürşidü’l-muhtâr fî ilmi’l-esrâr adlı eserleri, başta Paracelsus olmak üzere Avrupalı hekimlerden aktarılan tıbbî kimya bilgilerini içerir. Şifâî’nin el-Cevherü’l-ferîd fî tıbbi’l-cedîd’inde yeni tıbba dayanan basit ve mürekkep ilâçlar ele alınır. Şifâî’nin talebesi Bursalı Ali Münşî Efendi’nin alfabe sırasıyla ilâç terkiplerini kaydettiği ve şifalı maden sularından söz ettiği Bidâatü’l-mübtedî, zehirlere karşı tedbirleri anlattığı Risâle-i Pâdzehir adlı eserlerinin yanı sıra Adrian von Mynsicht’den çevirdiği Tercüme-i Akrâbâzîn isimli kitapları yeni tıbbın ürünleridir. Ali Münşî Efendi monografi tarzında ele aldığı tıbbî bitkilerle ilgili risâleleriyle de tanınır. Abbas Vesim Efendi’nin Düstûru Vesîm fi’ṭ-ṭıbbi’l-cedîd ve’l-ḳadîm adlı hacimli eseri teorik ve uygulamalı bilgilere yer verilen, İslâm ve Avrupa tıbbının konu edildiği, kendi tecrübelerini de kaydettiği, eski tıptan yeni tıbba geçişi yansıtan çok önemli bir çalışmadır. Abbas Vesim’in Macar Georgios’tan çevirdiği Vesîletü’l-metâlib fî ilmi’t-terâkib birleşik ilâçlara dairdir. Hekimbaşı Abdülaziz Efendi, Herman Boerhaave’nin Aphorismi de Cognoscendis et Curandis Morbis in Usum Doctrinae Domesticae Digesti adlı kitabını Kıtaâtü nekāve fî tercemeti kelimâti Boerhâve başlığıyla Türkçe’ye çevirmiştir (1709). Bu çeviri Latince birçok tıp teriminin aktarılması bakımından değerlidir. Avrupa tıbbının öğretildiği Tıbhâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Âmire’nin kurulmasını sağlayan Hekimbaşı Behcet Mustafa Efendi yaptığı tercümelerle Batı tıbbındaki gelişmeleri Osmanlı tıbbına aktarmıştır. Meselâ Antonio Caldani’nin fizyolojiye dair kitabını Vezâif-i A‘zâ, Jenner’in çiçek aşısıyla ilgili eserini Risâle-i Telkīh-i Bakarî, Johannes von Plench’in frengiye ait kitabını Makāle fî emrâzi’l-firengiyye ismiyle tercüme etmiştir.
İlk basılan Türkçe tıp kitabı Mustafa Reşid Efendi ve Behcet Mustafa Efendi’nin birlikte hazırladığı Tertîb-i Eczâ’dır (İstanbul 1232). Batı tıbbını aktaran en önemli kitap ise modern tıbbın öncüsü Şânîzâde Mehmed Atâullah Efendi’nin Hamse-i Şânîzâde’sidir. Eser, Osmanlı döneminin ilk modern anatomi çalışması Mir’âtü’l-ebdân fî teşrîhi a‘zâi’l-insân, ilk modern fizyoloji kitabı Usûlü’t-tabîa, iç hastalıklarına dair Mi‘yârü’l-etıbbâ (üç eser birlikte, İstanbul 1235), Kānûnü’l-cerrâhîn (Bulak 1244) ve farmakolojiyle ilgili basılamayan Mîzânü’l-edviye olmak üzere beş kitaptan meydana gelir. Behcet Mustafa’nın Almanca ve Arapça’ya da çevrilen Kolera Risâlesi (İstanbul 1247), Karslızâde Cemâleddin Mehmed’in sünnetle ilgili Me’debetü’l-hıtân’ı (İstanbul 1252), Reîsületıbbâ İsmâil Paşa’nın Kolera Risâlesi (İstanbul 1263) bunları izler. Osman Sâib Efendi’nin August François Chomel’in Elements de pathologie générale adlı kitabından Ahkâmü’l-emrâz adıyla (İstanbul 1252) yaptığı muhtasar çeviri stetoskop, oskültasyon ve perküsyondan söz eden ilk eserdir. İlk doktora tezi olan Reîsületıbbâ Hayrullah Efendi’nin Makālât-ı Tıbbiyye’sinde (İstanbul 1259) Karl Ambros Bernard’ın diseksiyonları aktarılarak ilk otopsi protokolleri verilir. Zeki Ali Bey’in Havâss-ı Biberiyye’si (İstanbul 1269), Mustafa Hâmi Paşa’nın Panzehirnâme (İstanbul 1271) ve Menâfiu’l-hüccâc’ı (İstanbul 1272) bu dönemde basılmıştır. Eski tıbbın tamamen terkedilmediği XIX. yüzyılın ikinci yarısında çok az sayıda da olsa bu alanda kitaplar basılmıştır. Bunlardan biri İbn Sellûm’un Ġāyetü’l-itḳān fî tedbîri bedeni’l-insân’ın Ebülfeyz Mustafa tarafından Nüzhetü’l-ebdân fî tercüme-i Gāyeti’l-itkān adıyla yapılan şerh ve tercümesidir (İstanbul 1303).
İlk basılan tıp kitabı Tertîb-i Eczâ’dan sonra 1856 yılına kadar yirmi beş civarında eser neşredilmiştir. Bu tarihte tıp öğretiminin Türkçeleştirilmesi için tıp kitaplarını Türkçe’ye çevirecek bir sınıfın tıbbiyede açılması, 1866’da Cem‘iyyet-i Tıbbiyye-i Osmâniyye’nin kurulmasıyla çeviri tıp kitaplarının yayımlanması, 1867’de açılan Mekteb-i Tıbbiyye-i Mülkiyye’de Türkçe öğretim yapılması ve 1870’te Askerî Tıbbiye’nin Türkçe tıp öğretimine geçmesiyle basılı tıp kitaplarının sayısı hızla artmıştır. 1844-1928 yılları arasında sadece Mekteb-i Tıbbiyye Matbaası’nda 256 kitap ve dokuz süreli yayının basıldığı belirlenmiştir. Tıbbiye kitaplarının çoğu ders kitabı niteliğinde temel tıp bilimleri ve cerrahî konularındadır. XX. yüzyılın başlarında bilimsel alt yapının oturmasıyla birlikte yayımlanan telif eser sayısı da hızla artmıştır. Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne tarafından çıkarılan ilk Türkçe tıp dergisi Vekāyi-i Tıbbiyye (1849) aynı zamanda ilk Türkçe bilim dergisidir. En uzun ömürlü tıp dergisi olan Cerîde-i Tıbbiyye-i Askeriyye ile (1871-1921) Sıhhat-nümâ ve Mir’âtü’l-ebdân onu takip eden tıp dergileridir. Trabzon’da neşredilen Hekim (1910) İstanbul dışında basılan ilk tıp dergisidir.
BİBLİYOGRAFYA
İzzet Kumbaracılar, Hekim-Başı Odası, İlk Eczane, Baş-Lala Kulesi, İstanbul 1933.
A. Galanté, Médecins juifs au service de la Turquie, Istanbul 1938.
Osman Nuri Ergin, İstanbul Tıb Mektepleri, Enstitüleri ve Cemiyetleri, İstanbul 1940.
Süheyl Ünver, “Osmanlı Tababeti ve Tanzimat Hakkında Yeni Notlar”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 932-967.
Ekrem Kadri Unat, Osmanlı İmparatorluğunda Bakteriyoloji ve Viroloji, İstanbul 1970.
Kemal Özbay, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastahaneleri, İstanbul 1976.
Nil Akdeniz (Sarı), Osmanlılarda Hekimlik ve Hekimlik Ahlakı, İstanbul 1977.
a.mlf., “Osmanlı Hekimliği ve Tıp Bilimi”, Osmanlı Devletinde Sağlık Hizmetleri Sempozyumu (haz. Adnan Ataç – Bilal Ak), Ankara 2000, s. 21-87.
a.mlf., Türkiye’de Tarihi Sağlık Kurumları-Ülker Erke’nin Yorumu ve Fırçasıyla, İstanbul 2002.
a.mlf., “Ottoman Music Therapy”, 39th International Congress on the History of Medicine (Bari, 5-10 September 2004) (ed. A. M. Somma), Bari 2006, III, 145-151.
a.mlf., “Osmanlı Tıbbında Besinlerle Tedavi ve Sağlıklı Yaşam (Food as Medicine)”, Türk Mutfağı (ed. Arif Bilgin – Özge Samancı), Ankara 2008, s. 137-151.
a.mlf., “Mekteb-i Tıbbiye (1827-1909)”, Kuruluşundan Günümüze Cerrahpaşa Tıp Fakültesi: 1827-1967-2007 (ed. Nil Sarı v.dğr.), İstanbul 2009, s. 7-28.
a.mlf., “Anadolu Darüşşifaları / Anatolian Darüşşifas”, Tarihi Sağlık Kurumlarımız: Darüşşifalar (ed. Nil Sarı), İstanbul 2010, I, 17-116.
a.mlf., “Osmanlılarda Tıphanenin Kuruluşuna Kadar Tıp Eğitimi”, TDA, sy. 22 (1983), s. 152-182.
a.mlf., “Osmanlı Darüşşifalarına Tayin Edilecek Görevlilerde Aranan Nitelikler”, Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları, sy. 1, İstanbul 1995, s. 11-54.
a.mlf., “Osmanlı Sağlık Hayatında Kadının Yeri”, a.e., sy. 2-3 (1996-97), s. 11-64.
a.mlf., “Turkey and its International Relations in the History of Medicine”, Vesalius, VII/2 (2001), s. 86-93.
a.mlf. – Zülfikar Bedizel, “The Paracelsusian Influence on Ottoman Medicine in the Seventeenth and Eighteenth Centuries”, Transfer of Modern Science and Technology to the Muslim World (ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1992, s. 157-179.
Abdülhak Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim (haz. Aykut Kazancıgil – Sevim Tekeli), İstanbul 1982.
Turhan Baytop, Türk Eczacılık Tarihi, İstanbul 1985.
Gülten (Özkan) Dinç, Arap Harfleri ile Türkçe Basılmış Tıbbî Süreli Yayınların İncelenmesi ve İstanbul Kütüphaneleri Tıbbî Süreli Yayınlar Toplu Kataloğu: 1849-1928 (yüksek lisans tezi, 1989), İÜ Sağlık Bilimleri Enstitüsü.
Osman Şevki (Uludağ), Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Tarihi (s.nşr. İlter Uzel), Ankara 1991.
a.mlf., “Osmanlı Sarayının Yabancı Hekimleri”, YT, IV/38 (1936), s. 190-194.
Gönül Cantay, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Darüşşifaları, Ankara 1992.
Esin Kâhya, “Tanzimatta Eski ve Yeni Tıp”, 150. Yılında Tanzimat (haz. Hakkı Dursun Yıldız), Ankara 1992, s. 289-302.
a.mlf. – Ayşegül Demirhan Erdemir, Medicine in the Ottoman Empire, İstanbul 1997.
Tuncay Zorlu, Süleymaniye Tıp Medresesi (yüksek lisans tezi, 1998), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Aydın Bedizel, 18’inci Yüzyıla Ait Türkçe Müfredat Kitapları ve Türk Tıp Tarihindeki Yeri (doktora tezi, 1998), İÜ Sağlık Bilimleri Enstitüsü.
Ali Haydar Bayat, Osmanlı Devletinde Hekimbaşılık Kurumu ve Hekimbaşılar, Ankara 1999.
a.mlf., “Şer’iye Sicilleri ve Tıp Tarihimizde Rıza Senetleri”, TDA, sy. 79 (1992), s. 9-19.
a.mlf. – Necdet Okumuş, “Osmanlı Eczacılığının İlk Telif Eseri Ravzatü’l-ıtr (-1430)”, Tıp Tarihi Araştırmaları, sy. 10, İstanbul 2001, s. 221-225.
Ekmeleddin İhsanoğlu, Suriye’de Modern Osmanlı Sağlık Müesseseleri, Hastahaneler ve Şam Tıp Fakültesi, Ankara 1999.
a.mlf. v.dğr., Osmanlı Tıbbi Bilimler Literatürü Tarihi, İstanbul 2008, I-IV.
Nil Sarı – Zuhal Özaydın, “Osmanlı Devletinde Sağlık ve Sosyal Cemiyetler ve Hemşirelik”, Osmanlı Devletinde Sağlık Hizmetleri Sempozyumu (haz. Adnan Ataç – Bilal Ak), Ankara 2000, s. 233-248.
Gül Akdeniz – Nil Sarı – Ramazan Tuğ, “Topkapı ve Galata Sarayı Enderûn Hastaneleri”, IV. Türk Tıp Tarihi Kongresi: İstanbul 18-20 Eylül 1996: Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara 2003, s. 187-201.
Erhan Afyoncu, “Osmanlı Hekimbaşıları ve Hassa Hekimleri”, Osmanlılarda Sağlık (haz. Coşkun Yılmaz – Necdet Yılmaz), İstanbul 2006, I, 85-97.
Abdülkadir Özcan, “Osmanlı Ordusunda Sağlık Hizmetlerine Genel Bir Bakış”, a.e., I, 99-109.
Ahmet Ağırakça, “Osmanlı Tıbbının Kaynakları”, a.e., I, 133-163.
Mahmut Tokaç, “Osmanlı Dönemi Türkçe Tıp Yazmaları”, a.e., I, 165-195.
Osman Çetin – Mefail Hızlı – M. Asım Yediyıldız, “Osmanlı Kadı Sicillerinin Tıp Tarihi Araştırmalarındaki Önemi”, a.e., I, 321-333.
Nuran Yıldırım, “Tıp Eğitimimizin Tarihsel Sürecinde Eğitim Modellerine Bakış (1827-1933)”, Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi: 1861-1961 (ed. Namık Kemal Aras v.dğr.), Ankara 2007, s. 237-287.
a.mlf., A Tour of the History of Medicine in Istanbul: Taksim, Beyoğlu, Üsküdar, Istanbul 2008.
a.mlf., İstanbul’un Sağlık Tarihi, İstanbul 2010.
a.mlf., “Türkçe Basılı İlk Tıp Kitapları Hakkında”, TUBA, III (1979), s. 443-459.
Rıfkı Melûl Meriç, “Osmanlı Tabâbeti Tarihine Ait Vesîkalar I: Cerrâhlar-Kehhâller”, TV, I/16 (1955), s. 27-36; I/17 (1958), s. 266-293.
Ali İhsan Gencer, “İstanbul Tersanesinde Açılan İlk Tıb Mektebi”, İÜ Tıp Fakültesi Mecmuası, XLI, İstanbul 1978, s. 732-747.
Emine Atabek, “Hollandalı Hekim H. Boerhaave’nin ‘Aphorisma’larının Türk Tıp Tarihindeki Yeri”, Tıp Tarihi Araştırmaları, sy. 1, İstanbul 1986, s. 25-44.
Kenan Süveren – Uzel İlter, “İlk Türkçe Tıp Yazmalarına Genel Bir Bakış”, a.e., sy. 2 (1988), s. 126-142.
Rengin Dramur, “Topkapı Sarayı Eczanesi İçin 18. ve 19. yy’da Miskçibaşı Tarafından Verilen Ecza Listeleri”, a.e., sy. 4 (1990), s. 107-113.
Ramazan Şeşen, “Ortaçağ İslâm Tıbbının Kaynakları ve XV’inci Yüzyılda Türkçeye Tercüme Edilen Tıp Kitapları”, a.e., sy. 5 (1993), s. 11-20.
Ayten Altıntaş, “Tıphane-i Âmire ve 14 Mart Tıp Bayramı”, TT, XX/117 (1993), s. 45-56.
Halil Sahillioğlu, “Üsküdar’ın Mamure (Cedide) Mahallesi Fıtık Cerrahları”, Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları, sy. 4, İstanbul 1998, s. 59-66.
a.mlf., “1700 Yılında İstanbul’da Muayenehane Açma İzni Olan Tabip ve Cerrahlar”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, sy. 136, İstanbul 1998, s. 10-14.
Nil Sarı – Ali Haydar Bayat, “The Medical Organization at the Ottoman Court”, Studies in History of Medicine and Science, XVI/1-2, New Delhi 1999-2000, s. 37-51.
Ahmed Midhat, “Devlet-i Aliyye-i Osmâniye’de Karantina Yani Usûl-i Tahaffuzun Tarihçesi” (haz. Abdullah Köşe), Osmanlı Bilimi Araştırmaları, V/1, İstanbul 2003, s. 89-119.