YEİS - TDV İslâm Ansiklopedisi

YEİS

اليأس
Müellif: MUSTAFA ÇAĞRICI
YEİS
Müellif: MUSTAFA ÇAĞRICI
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 2013
Erişim Tarihi: 28.11.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/yeis
MUSTAFA ÇAĞRICI, "YEİS", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/yeis (28.11.2024).
Kopyalama metni

Sözlükte “ümitsiz olma, ümit kesme” anlamındaki yeis (ye’s) genel olarak “ümitsizlik, bir beklentisi olmama durumu”, dinî terminolojide “kulun Allah’ın rahmet ve yardımından ümidini kesmesi” mânasında kullanılır; kunût kelimesinin eş anlamlısı ve recânın karşıtı şeklinde açıklanır (, “yeʾs” md.; , “yeʾs” md.; İbnü’l-Esîr, V, 291). Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî’ye göre ilâhî rahmetten ümit kesmeye yeis, ümitsizliğin yeisten ileri derecesine kunût, bir kimsenin inkârcıların azabına benzer bir azabı hak edecek derecede ümitsiz olması haline ise sû-i zan denir (Rûḥu’l-meʿânî, XIII, 45; ayrıca bk. İbnü’l-Esîr, IV, 113).

Kur’ân-ı Kerîm’de on iki âyette yeis kökünden isim ve fiiller, altı âyette kunût ve türevleri geçmektedir (, “ḳnṭ”, “yeʾs” md.leri). Veda haccı esnasında inen bir âyetin (el-Mâide 5/3) “Bugün inkârcılar sizin dininizden ümitlerini kestiler” yeisle ilgili kısmı, “İnkârcılar sizin İslâm’dan vazgeçerek yeniden putperestliğe dönmenizden ümitlerini kestiler” şeklinde açıklanmıştır (Taberî, IV, 417-418; Zemahşerî, I, 32). Buna göre âyette müslüman olanların bir süre sonra eski dinlerine döneceklerini uman putperestlerin, Hz. Peygamber’in on binlerce müslümanla birlikte Veda haccını eda etmesiyle bu ümitlerini tamamen kaybettikleri anlatılmakta, böylece İslâm tarihinde bir dönüm noktasına işaret edilmektedir. Yûsuf sûresinde (12/110), peygamberlerin kavimlerini dine davetten bir sonuç alamamaları karşısında ümitsizliğe kapıldıkları ve yalanlandıklarını düşündükleri bir sırada kendilerine Allah’ın yardımının geldiği bildirilir. Kaynaklarda peygamberlerin ümitsizliğe düşmesiyle ilgili değişik yorumlara yer verilmiştir. Bir rivayete göre Abdullah b. Abbas, Hz. Âişe’ye bu meseleyi sormuş, o da, “Hâşâ! Peygamberler rableri hakkında yanlış bir kanaate kapılmazlar. İşin aslı şudur ki vahiy gecikip belâlar ağırlaşınca peygamberler inananların kendilerini yalancı sayacaklarından kaygılandılar” cevabını vermiştir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 19; Taberî, VII, 316-323). Hz. Ya‘kūb, Yûsuf’u ve kardeşini bulup getirmeleri için oğullarını Mısır’a gönderirken onlara şöyle demiştir: “Allah’ın lutuf ve merhametinden ümidinizi kesmeyin, çünkü Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser” (Yûsuf 12/87). Muhyiddin İbnü’l-Arabî, “Bu bize gönderilen en ümit verici âyettir” der (el-Fütûḥât, VIII, 75). Fahreddin er-Râzî bu âyeti açıklarken ilâhî rahmetten ümit kesmenin ancak Allah’ın güçsüz ve merhametsiz olduğuna veya O’nun her şeyi bilmediğine ya da cömert davranmadığına inanmaktan kaynaklanabileceğini, bunun da ancak kâfirlerden beklenebileceğini söyler (Mefâtîḥu’l-ġayb, XVIII, 159). Meleklerin kendisine bir oğul müjdelemesi üzerine ileri yaşından dolayı buna çok şaşıran Hz. İbrâhim’e melekler, “Sakın ümitsizlerden olma!” demişler, İbrâhim de, “Rabbimin rahmetinden haktan sapmış olanlardan başka kim ümit keser” karşılığını vermiştir (el-Hicr 15/55-56). Hz. Peygamber’in, “benim için dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha değerli” dediği (Taberî, XI, 16), bir âyette, “Ey -günah işleyerek- kendilerine kötülük eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin; çünkü Allah bütün günahları bağışlar; O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” buyurulmuştur (ez-Zümer 39/53). Âyetin nüzûl sebebiyle ilgili çeşitli rivayetler vardır; bunlardan birine göre âyet, Mekke müşriklerinin puta tapma, zina etme, haksız yere adam öldürme gibi kötülüklerini sayıp dökerek İslâm’a girseler bile affedilmelerinin mümkün olmadığını söylemeleri üzerine inmiştir. Diğer bazı âyetleri delil göstererek bu âyette müjdelenen bağışın müminleri veya tövbe edenleri kapsadığını ileri sürenler varsa da müfessirler, bu müjdenin bütün insanları ve Nisâ sûresinde (4/48) istisna edilen şirk dışındaki bütün günahları içine aldığını kabul etmişlerdir (Taberî, XI, 14-17; Şevkânî, IV, 537-538). Hadislerde yeis ve kunût kavramları hem insanların günlük yaşayışları bağlamında hem de dinî içerikli ifadelerde geçmektedir (, “ḳnṭ”, “yeʾs” md.leri). Bir hadiste Allah’ın, rahmeti yarattığında hemen tamamını kendisinde bıraktığı, bütün yaratıklarına sadece az bir kısmını verdiği ifade edildikten sonra, “Eğer kâfir Allah’ın katındaki rahmetin tamamını bilseydi cennetten ümidini kesmezdi; mümin de Allah’ın katındaki azabın tamamını bilseydi cehennemden kurtulacağına güvenmezdi” buyurulmuştur (, II, 334, 397, 484; Buhârî, “Riḳāḳ”, 19; Müslim, “Tevbe”, 23).

Tasavvuf ve ahlâk kitaplarında yeis genellikle recâ konusu işlenirken ele alınır. Hâris el-Muhâsibî bazı âyetlere dayanarak (el-En‘âm 6/54; Tâhâ 20/82; ez-Zümer 39/53-54) recânın makbul olmasının iki şartı bulunduğunu söyler: Ümitsizliğe kapılmamak, tövbe etmek. Muhâsibî’ye göre kul çok günah işlerse de bu onu tövbe etmekten alıkoymamalı, Allah korkusu kendisini tövbesinin kabul edilmeyeceği, günahının bağışlanmayacağı şeklinde bir ümitsizliğe sevketmemelidir. Çünkü ümitsizlik kulun daha çok günah işlemesine yol açar. Bundan dolayı Abdullah b. Mes‘ûd’un ümitsizliği büyük günahlardan saydığı rivayet edilir. Kul bin günah işlese, sonra buna bin günah daha eklese, sonra da bütün samimiyetiyle tövbe etse Allah onun kalbindeki bu samimiyeti bilir ve geçmişteki bütün günahlarını bağışlar. Allah’ın kitabında öğrettiği edebe göre kendini eğiten kimse, tövbesiz ve amelsiz olsa da ne bütün günahlarının bağışlanacağı şeklinde boş bir ümide kapılır ne de Allah’ın rahmetinden ümit keser. Öte yandan günahkâr bir kulun ümitsizliğe düşmesi onun günahkârlığını iki kat arttırır. Bu sebeple Allah recâ ile kulunu ümitsizliğe düşmekten, havf ile de boş güvenle kendini aldatmaktan korumak istemiştir (er-Riʿâye li-ḥuḳūḳıllâh, s. 431-439).

Büyük günahları üç dereceye ayıran Gazzâlî’ye göre kulun Allah’ı ve peygamberlerini tanımaması, Allah’ın cezalandırmasını umursamaması veya O’nun rahmetinden ümit kesmesi ilk dereceyi oluşturur. Çünkü Allah’ı tanıyanın mutlak bir güven içinde olması da ümitsizliğe düşmesi de düşünülemez (İḥyâʾ, IV, 20). Gazzâlî insanları da âhiretteki halleri itibariyle helâk olacaklar, azap görecekler, kurtulacaklar ve Allah’a yakınlıkla mutlu olacaklar şeklinde dört sınıfa ayırarak Allah’ın rahmetinden ümit kesenleri helâk olacaklar sınıfından saymakta (a.g.e., IV, 24-25), bir kimsenin günahlarının çokluğu sebebiyle affedilmeyeceğini zannedip ümitsizliğe düşmesinin şeytandan gelen bir telkin olduğunu belirterek bu kimseye Allah’ın affediciliğini anlatan âyetleri hatırlayıp recâya yönelmesini öğütlemektedir (a.g.e., III, 386). İki tür insanın recâya ihtiyacı var. Biri ümitsizliğe düşerek ibadeti terkeden, diğeri de Allah korkusundan (havf) dolayı sürekli ibadet ederek işlerini ihmal ettiği için kendisine ve ailesine zarar veren kimsedir. Bunların ikisi de aşırılığa saptığından kendilerini itidale yöneltecek bir yola muhtaçtır ki o da recâdır (a.g.e., IV, 146). Havfın karşıtı emn (umursamazlık), recânın karşıtı yeistir. Kur’an’da ümitsizliğin yerilmesi recânın üstünlüğünü gösterdiği gibi emnin yerilmesi de havfın değerine işaret eder. Ümitsizliğe götürecek ve amele engel olacak derecedeki yeis makbul değildir. Bu sebeple Gazzâlî halka vaaz verenlerin onlara itidal kazandıracak bir şekilde konuşmaları gerektiğini söyler. Resûlullah’ın insanlarla havf ile recâ arasında bir ifade ile konuştuğunu ve korkutucu bilgilerin muhataplarda ümitsizlik doğurduğunu görünce bunu recâ ilâcıyla iyileştirdiğini söyleyen Gazzâlî, vâizlere bu yöntemden sapmaları halinde yaptıklarından daha fazlasını yıkacakları uyarısında bulunur (a.g.e., IV, 146, 150-151, 157, 162). Mâverdî, kötümserlerde ümitsizliğin baskın bir ruh hali olduğunu ve çalışmalarında başarıyı engellediğini belirtir (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 304). İnsanın hayattaki temel amacının keder ve üzüntüyü yenmek olduğunu düşünen İbn Hazm’a göre üzüntüden kurtulmanın en güvenli yolu bütün işlerde âhiret kurtuluşunu ölçü ve hedef almaktır. Bunu başaranlar keder ve üzüntüden kurtulur, daima sevinçli ve mutlu olur. Çünkü insanın son noktada amacına ulaşacağına dair ümidi hedefine doğru ilerlemesinde ona yardımcı olur ve bu ümit amacına ulaşması için ona güç kazandırır (el-Aḫlâḳ ve’s-siyer, s. 14-15).

Kelâm ilminde, bir inkârcının öleceğini anlayarak amel işleme ümidinin de kalmadığı hayatının son noktasında iman etmesine “îmân-ı be’s”, ölüm anında bütün ümitleri tükenip âhiret kaygısı duyduğu sırada inanmasına “îmân-ı ye’s”, aynı durumlarda tövbe eden bir günahkâr müminin tövbesine de “tevbe-i ye’s” adı verilmiş, bu iman ve tövbenin makbul sayılıp sayılmayacağı, bu bağlamda Firavun’un boğulma esnasında, “İsrâiloğulları’nın inandığı Allah’tan başka ilâh bulunmadığına inandım” diyerek (Yûnus 10/90) iman etmesinin geçerli olup olmadığı meselesi tartışılmıştır. İslâm âlimlerinin çoğunluğu, konuya ilişkin âyetlere dayanarak beis veya yeis halinde imanın kabul edilmeyeceğini söylemiş, aralarında Bâkıllânî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Celâleddin ed-Devvânî’nin de bulunduğu bir grup ulemâ ise bu görüşün aksini savunmuştur (bk. BE’S). İmân-ı ye’sin geçersiz, tevbe-i ye’sin geçerli olduğunu söyleyenler de vardır (Elmalılı, II, 1316; III, 2107).

Yeis “başkasından bir şey umma, bekleme” anlamındaki “tama‘” kelimesinin karşıtı olarak “hiç kimseye ümit bağlamamak, başkasından bir şey beklememek, tokgözlü olmak” anlamında da kullanılmış ve bu tutum fazilet sayılmıştır (İbn Abdülber, I, 159). Hz. Ömer’e atfedilen, “Zenginlik yeiste, fakirlik tama‘da, rahatlık zühddedir” sözünde yeis bu mânadadır. Resûlullah kendisinden öğüt isteyen birine, “Her namazını son namazın gibi kıl, özür dilemek zorunda kalacağın şeyi yapma ve insanların elindeki şeylere ümit bağlama” demiştir (İbn Mâce, “Zühd”, 15). Mâverdî ve İbn Hazm gibi âlimler, tamaın karşıtı olduğunu söyledikleri bu mânadaki yeis için “ruh yüceliği” tabirini de kullanırlar. İbn Hazm’a göre tama‘ bütün kötülüklerin aslıdır; tama‘ olmasaydı kimse kimsenin karşısında küçülmezdi (el-Aḫlâḳ ve’s-siyer, s. 52-53).


BİBLİYOGRAFYA

, IV, 113; V, 291.

, II, 334, 397, 484.

Muhâsibî, er-Riʿâye li-ḥuḳūḳıllâh (nşr. Abdülhalîm Mahmûd – Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1405/1985, s. 431-439.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, Beyrut 1412/1992, IV, 417-418; VII, 316-323; XI, 14-17.

Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn (nşr. Mustafa es-Sekkā), Beyrut 1398/1978, s. 304, 314.

İbn Hazm, el-Aḫlâḳ ve’s-siyer, Beyrut 1405/1985, s. 14-15, 52-53.

, I, 159.

, III, 386; IV, 20, 24-25, 146, 150-151, 157, 162.

, I, 32.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, Beyrut 1411/1990, XI, 108-109; XVIII, 159, 180-181.

, VIII, 75.

Şevkânî, Fetḥu’l-ḳadîr, Beyrut 1412/1991, IV, 537-538.

, XIII, 45.

, II, 1316; III, 2107.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul’da basılan 43. cildinde, 397-398 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER