HAREM - TDV İslâm Ansiklopedisi

HAREM

الحرم
Müellif: SALİM ÖĞÜT
HAREM
Müellif: SALİM ÖĞÜT
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 1997
Erişim Tarihi: 28.11.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/harem--mekke-medine
SALİM ÖĞÜT, "HAREM", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/harem--mekke-medine (28.11.2024).
Kopyalama metni

Sözlükte “yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz” mânasına gelen harem kelimesi harâm ile eş anlamlıdır. Terim olarak Mekke ve Medine’nin, sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilen çevresi için kullanılır. Bu bölgelere harem adının verilmesi, zararlılar dışındaki canlılarının öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin haram kılınmış olmasındandır. Bundan dolayı Mekke’ye el-Beledü’l-harâm denildiği gibi Kâbe el-Beytü’l-harâm, çevresindeki mescid de el-Mescidü’l-harâm diye anılmaktadır. Mekke hareminin dışında kalan bölgeye ise Harem’deki yasakların buralarda kalkması sebebiyle “Hil” denilmiştir.

Herhangi bir coğrafî alana veya yapıya kutsallık atfedilerek diğer mekânlardan ayrı tutulması geleneği, farklı şekillerde de olsa hemen hemen bütün dinlerde mevcuttur. İptidai kültürlerde, ölmüş ataların kabile fertlerine göründüğü yer olduğu için kutsal sayılan alanlar vardır. Yahudilik’te Yehova’nın insanlara tecelli ettiği yer kutsal sayılır. Aynı şekilde Grekçe’de kutsal alan kavramını ifade eden naos ile Latince’de benzeri bir fonksiyona sahip domus dei ibareleri “tanrının göründüğü yer” anlamına gelir (, I, 382).

Sumerler’de tapınaklar tanrının insanlara tecelli ettiği mekânlar olduğu için diğer bölgelerden farklı ve kutsaldır. Aynı şekilde Babilonya ve Asur coğrafyasında “zigurat” adını alan piramitler, içerisinde tanrıların ikamet ettiğine inanıldığı için kutsal mekânlardır.

Ortadoğu’da harem anlayışının en belirgin olduğu din Yahudilik’tir. Belli bir mekânın harem olduğunu belirtmek üzere İbrânîce’de yaygın olarak makdis ve makom kodeş tabirleri kullanılır. Mişna’ya yansıdığı şekliyle yahudi düşüncesi İsrail’in her yerini makdis kabul etmekle birlikte bu yerler arasında da bir derecelenme söz konusudur. Buna göre İsrail yeryüzünün, Kudüs İsrail’in, tapınak Kudüs’ün, Sunak ise tapınağın en kutsal alanıdır (Kelim, 1/6).

İsrâiloğulları için en önemli harem, Yahve’nin tecelli ettiği yer (Şekinah Yahveh) olan Bet ha-Mikdaş adlı Kudüs Tapınağı’dır. Hz. İbrâhim’in oğlu İshak’ı kurban etmek istediği (Tekvîn, 22/2-14), Yahve’nin peygamberlerine göründüğü yer (İşaya, 6/1; Amos, 1/2; 9/1) burasıdır. Talmudik literatüre göre yeryüzünün yaratılmasına buradan başlanmıştır. Hz. Âdem burada yaratılmış, Hâbil ve Kābil ilk kurbanı burada sunmuş, tûfan sırasında yalnızca burası korunmuş, Hz. İbrâhim burada sünnet olmuştur. Ayrıca dünya yaratılmadan önce mevcut olan bu tapınak, ilâhî semada yer alan tapınağın tam izdüşümünde bulunmaktadır. Tapınağa şeytanlar (sıtra ahra) giremez, onu Şekina melekleri korur (Coleman v.dğr., s. 43; , II, 213-215; , s. 621, 623). Kutsallık derecesine göre Ulam (giriş), Hekhal (ibadetin yapıldığı ana avlu) ve Devir (en kutsal olan bölge) bölümlerine ayrılan Kudüs tapınağında ibadetini yapmak isteyen halk ancak Hekhal bölgesine kadar gelebilir; Kodeş ha Kodeş (kutsalın kutsalı) olan Devir’e ise yalnızca yılda bir defa kefâret günü münasebetiyle başhaham girerdi. Gerek hac gerekse günlük ibadetler için tapınağa gelenlerin içeri girmeden önce, girerken ve çıkarken uymaları gereken birtakım kurallar vardı (, XIII, 59; , XIII, 512; XV, 972).

Yahudilik’te temel harem bölgesi Kudüs’teki tapınak olmakla beraber özellikle erken dönemlerde harem olan başka mekânlar da mevcuttu. Bunların hepsi yine ilâhî tecellilerin vuku bulduğu (hiyerofanik) mekânlardır. Tapınak dışındaki en önemli harem alanları Sînâ’da (Çıkış, 19/12), Şekem’de (Tekvîn, 3/18-20), Mamre’de (Tekvîn, 13/18), Bi’r Seb‘a’da (Tekvîn, 21/25-31), Bethel’de (Tekvîn, 28/10-22) ve Hebron’da (Tekvîn, 23/2) bulunmaktaydı. Fakat Hz. Süleyman’ın Kudüs’teki tapınağı inşa edip dinî kült merkezini buraya taşıması ile diğer harem alanları önemini kaybetmiştir. Sayılar (35/13) ve Tesniye’deki (19/9) ifadelerden anlaşıldığına göre adı geçen şehirlerden Şekem ve Hebron aynı zamanda, içerisine giren suçlu kişilere eman verilen “sığınma şehirleri”ndendi. Tevrat’a göre suçlulara eman sağlayan diğer dört şehir Kadeş, Golan, Kanoth ve Bezar’dır. Bununla birlikte erken dönemlerde harem mahiyetinde olan bu şehirlerin sonraları önemini yitirdiği bilinmektedir (, I, 638, 639; IV, 24).

Yahudilik’tekine benzer bir harem anlayışı Hıristiyanlık’ta geliştirilmemiştir. Bununla birlikte bazı gnostik hıristiyan metinlerinde harem anlayışıyla ilişki kurulabilecek şekilde belli yerlerin kutsallığı konusuna temas edilmiştir. Bu tip çalışmalarda bir coğrafyaya kutsallık kazandıran figür Hz. Îsâ ile ilgilidir. “Hazineler Mağarası” olarak adlandırılan gnostik bir metne göre Hz. Îsâ’nın çarmıha gerildiğine inanılan yer dünyanın merkezidir, Hz. Âdem de burada yaratılmıştır; bundan dolayı Golgota adını alan bu yer kutsal bir bölgedir. Hıristiyanlık’ta özellikle IV. yüzyıldan itibaren kutsal olarak kabul edilen mekânlar daha çok hac fonksiyonunu üstlenmiştir. Bununla birlikte maddî dünyadan ziyade uhrevî âleme ilgi duyan hıristiyan düşüncesinde harem anlayışına denk düşen bir kavram gelişmemiştir.

Grek ve Roma topraklarında yine hiyerofanik sebeplere dayalı olarak geliştirilen kutsal coğrafyalar Yahudilik’teki harem anlayışına benzemektedir. Bu tip mekânlara girmek özel ritüellere bağlı idi ve bu yerleri diğer alanlardan ayıran önemli tabular vardı. Hinduizm’de de girilmesi özel hükümlere bağlı alanlar belirlenmiş olup bunların başında tanrıların ikamet ettiği mekânlar olarak görülen tapınaklar gelir.

Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat Kur’an’ın (el-En‘âm 6/92; el-Enbiyâ 21/50), bazı nesnelerin (en-Nûr 24/35) ve zamanların (ed-Duhân 44/3) mübârek kılındığı belirtildiği gibi bazı yerler için de “mübârek” (ilâhî bereket, hayır ve feyze sahip) ve “mukaddes” (mânevî kirlerden arınmış, mübârek) sıfatları kullanılmaktadır. Bu çerçevede Allah’ın Hz. Mûsâ ile konuştuğu mübârek yerdeki (el-Kasas 28/30) mukaddes vadi Tuvâ’ya (Tâhâ 20/12; en-Nâziât 79/16), Mûsâ’nın kavmine vatan olarak seçtiği ve bereketli kıldığı (el-A‘râf 7/137) mukaddes toprağa (el-Mâide 5/21) atıfta bulunulmakta, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’nın çevresinin mübârek kılındığı (el-İsrâ 17/1), insanlar için yeryüzünde kurulan ilk mâbedin Mekke’deki mübârek ev (Kâbe) olduğu (Âl-i İmrân 3/96) ifade edilmektedir. Bazı yerlerin diğerlerinden farklı olarak ilâhî feyiz ve berekete, insanların mânevî açıdan temizlenme ve arınmalarına mahal kılındığını, buralara özel bir anlam ve önem atfedildiğini gösteren bu âyetler yanında diğer bazı âyetlerde de (aş.bk.) Allah’ın evi kabul edilen Kâbe’nin bulunduğu Mekke şehri ve çevresinin her türlü tecavüzden korunmuş güvenli bir yer (harem) olduğuna işaret edilmiş ve bu alanla ilgili birtakım özel hükümler konmuştur. Müslümanların nazarında büyük bir mânevî önem taşıyan Mekke ile Hz. Peygamber’in mescid ve kabrinin yer aldığı Medine şehirleri Haremeyn diye anıldığı gibi Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Kudüs ile bazı peygamberler ve ailelerinin kabirlerini barındıran Halîl şehri de Mekke ve Medine gibi özel hükümlere konu olmasalar da mânevî birer merkez kabul edilmiş ve belli bir dönemden sonra Haremeyn adıyla anılmıştır (bk. HAREMEYN). Mekke ve Medine şehirlerinin ilgili alanları, gerek harem kılınışları gerekse sınırları içinde uyulması gereken hükümler bakımından farklılık arzeder.

Mekke Haremi. İslâm âlimleri arasındaki genel kabule göre Mekke şehri ve “alem”lerle sınırlı çevresi Allah tarafından harem kılınmıştır. Nitekim Kur’an’da, “Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi?” (el-Kasas 28/57); “Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken bizim -Mekke’yi- güvenli, dokunulmaz bir yer yaptığımızı görmediler mi?” (el-Ankebût 29/67) meâlindeki âyetler, Mekke’yi dokunulmaz ve güvenli (haremen âminen) bir bölge olarak nitelendirmektedir. Öte yandan İbn Abbas’ın rivayetine göre Hz. Peygamber Mekke’nin fethedildiği gün yaptığı bir konuşmada, Allah’ın bu beldeyi yerleri ve göğü yarattığı gün haram kıldığını ve kıyamete kadar da haram kalacağını belirtmiştir (Buhârî, “Ṣayd”, 10; Müslim, “Ḥac”, 445-446). Ancak Abdullah b. Zeyd b. Âsım tarafından nakledilen başka bir hadiste Mekke’yi Hz. İbrâhim’in, Medine’yi de Hz. Muhammed’in haram kıldığı rivayetleri yer alır (Müslim, “Ḥac”, 454; Beyhakī, V, 197). Bu iki rivayet arasında ilk bakışta göze çarpan çelişkiyi Mâverdî gibi bazı âlimler, Allah’ın yeri ve göğü yarattığı günden itibaren Mekke’yi harem kıldığı, fakat bu özelliğin Hz. İbrâhim’den önceki dönemlerde unutulduğu, Hz. İbrâhim’in de bölgeye önceki statüsünü iade ettiği şeklinde açıklama yaparak gidermeye çalışırlar. Bazı bilginler de Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gün levh-i mahfûza, Hz. İbrâhim’in O’nun emriyle Mekke’yi haram kılacağını kaydettiğini söylemişlerdir (, IX, 124). Nitekim iki âyette, Hz. İbrâhim’in Mekke’yi güvenli bir şehir (beleden âminen) kılması için Allah’a dua ettiği belirtildiği gibi (el-Bakara 2/126; İbrâhîm 14/35), bir âyette de Mekke’den güvenli şehir (el-beledü’l-emîn) diye söz edilmiştir (et-Tîn 95/3).

Medine yönünde Ten‘îm (günümüzde Mescidü Âişe olarak bilinmektedir), Yemen tarafında Edâetü Libn, Cidde istikametinde Hudeybiye’nin uç noktasındaki Münkatıu’l-a‘şâş, Ci‘râne cihetinde Abdullah b. Hâlid mahallesi, Irak yönünde Zâtüırk yolu üzerinde Cebelünnakvâ, Karnülmenâzil yolu üzerinde Cebelülmakta‘, Tâif yönünde Arafat yakınındaki Urene vadisi Mekke hareminin sınırlarını teşkil etmektedir. Mescid-i Harâm ile bu sınırlar arasındaki mesafeler yaklaşık 6-18 km. arasında değişmektedir. İlk defa Hz. İbrâhim tarafından tesbit edilen Harem’in sınır noktaları “alem” adı verilen taşlarla işaretlenmiştir. Ana yolların üzerindeki alemler açıklayıcı bilgilerin yazıldığı duvar vb. bir yapı şeklinde iken diğer alemler genel olarak bir taş yığınından ibarettir. Bu alemler tarih boyunca çeşitli dönemlerde yenilenerek Harem’in sınırlarının belirgin kalmasına özen gösterilmiştir (İbn Dehîş, s. 41-65).

Harem’in kendine has özelliği dolayısıyla gerek bu alanda barınan halkın gerekse hac, umre veya başka bir amaçla Harem’i ziyarete gelenlerin riayet etmesi gereken özel hükümler bulunmaktadır.

Gayri müslimlerin Harem’e yerleşmesinin câiz olmadığı hususunda bütün fakihler arasında görüş birliği bulunmakla birlikte kısa bir süre için girip çıkmalarının veya transit geçmelerinin hükmü konusunda fikir ayrılığı mevcuttur. Şâfiîler, Hanbelîler ve bir görüşe göre Mâlikîler, bu konuda delil kabul edilen, “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız Allah dilerse sizi kendi lutfundan zengin edecektir” (et-Tevbe 9/28) meâlindeki âyetin umumi ifadesine dayanarak gayri müslimlerin Harem’e girmelerini hiçbir şekilde câiz görmemiş, bu yöndeki teşebbüslerinin de engellenmesi gerektiğini söylemişlerdir. Gayri müslimlerin getirdiği ticaret malları Harem dışında satın alınır. Harem sınırları içinde bulunan devlet başkanına elçi olarak gelen bir kâfir içeri alınmayıp vekiliyle görüştürülür. Bizzat devlet başkanının huzuruna çıkmasının gerektiği durumlarda ise görüşme Harem sınırları dışında yapılır. Müslüman olmak için Harem’e girmek isteyen müşrikler dahi İslâmiyet’i kabul etmeden önce içeri alınmaz. Kaçak olarak Harem’e giren müşrikler Hil bölgesine çıkartılır. Harem’de ölen müşriklerin oraya defni de haramdır. Mâlikî mezhebinden bir görüşe göre ise gayri müslimlerin izin almak kaydıyla Harem bölgesine geçici girişleri câizdir.

Hanefî mezhebi âlimleri gayri müslimlerin Harem’e, hatta Mescid-i Harâm’a girmesinin engellenmemesi gerektiği görüşündedirler. Hanefî fakihi Cessâs, müşriklerin Mescid-i Haram’a yaklaşmasını yasaklayan yukarıdaki âyetin zimmî statüsüne kabul edilen gayri müslimleri kapsamadığını, nitekim onların diğer mescidlere girmelerinin câiz olduğunu söyler. Ona göre âyetteki yasak, Mekke’ye ve diğer mescidlere girmelerine izin verilmeyen Arap müşrikleriyle sınırlıdır. Ayrıca âyetin, “Eğer yoksulluktan korkarsanız Allah dilerse sizi kendi lutfuyla zengin edecektir” ifadesinden hareketle gayri müslimlerin sadece hac yapmalarının önlenmesi gerektiği şeklinde bir sonuca varmak da mümkündür (Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, III, 88-89).

Harem’e giriş yapan müslümanlar, bir yandan âfâkî (mîkāt sınırları dışında oturanlar) ve Hillî (Harem ile mîkāt sınırları arasındaki Hil bölgesinde yaşayanlar) şeklinde sınıflandırılırken öte yandan hac ve umre için veya başka bir maksatla gelenler olarak ayrılmaktadırlar. Hac veya umre için Harem’e giren kimse ister âfâkî ister Hillî olsun mîkāt sınırlarını ihramsız olarak geçemez. Eğer geçmişse geri dönerek mîkāttan ihrama girmesi gerekir. Özürlü yahut özürsüz olarak, kasten ya da unutarak geri dönmeyi terkedenler ceza kurbanı (dem) kesip bulundukları yerden ihrama girerler.

Hil bölgesinde oturan kimsenin hac veya umreden başka bir maksatla Harem’e ihramsız giriş yapması câiz görülmüş, böylece çeşitli ihtiyaçlar yüzünden Harem’e sık sık girip çıkma durumunda olan bu kişiler, her defasında ihrama girip umre yapma mecburiyetinden kurtarılmıştır. Aynı şekilde Harem’de oturan ya da hac veya umre için orada bulunanlardan Hil bölgesine çıkanlar da geri dönüşlerinde ihrama girmek zorunda değildirler.

Hac ve umre dışında bir maksatla Harem’e gelen âfâkînin Hanefî, Mâlikî, Hanbelî ve bir rivayete göre Şâfiî mezheplerince mîkāt sınırlarını ihramsız geçmesi câiz görülmemiştir. Şâfiî mezhebindeki meşhur görüşe göre ise ihramsız geçmesi câiz olmakla birlikte ihrama girmesi müstehap sayılmıştır. Ayrıca ihramlı veya ihramsız olarak Harem’e girecek kimselerin gusletmelerinin sünnet olduğunda görüş birliği vardır. Abdullah b. Ömer’in, Hz. Peygamber’in de böyle yaptığını söyleyerek bu hususa özenle riayet ettiği bildirilmektedir (Müslim, “Ḥac”, 226-227).

Bütün fakihler, “Mescid-i Harâm’da onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın, eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları öldürün” (el-Bakara 2/191) meâlindeki âyeti dikkate alarak Harem’de savaş çıkaranlara karşı koymanın câiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Savaşı fiilen başlatan taraf olmadıkları müddetçe kâfirler ve âsilere Harem’de silâhla müdahale etmenin hükmü hususunda görüş ayrılığı bulunmaktadır. Tâvûs b. Keysân, Hanefîler, Mâlikîler’den İbn Şâs ve Cemâleddin İbnü’l-Hâcib, Şâfiîler’den Kaffâl ve Mâverdî ile bazı Hanbelîler, ilgili âyetin koyduğu kesin yasak gereğince böyle bir durumda savaşı başlatmanın haram olduğu görüşündedirler. Ayrıca Resûl-i Ekrem burada savaşmanın daha önce hiç kimseye helâl kılınmadığını, kendisine de çok kısa bir süre için izin verildiğini beyan etmiştir (Buhârî, “ʿİlim”, 39, “Cenâʾiz”, 77; Tirmizî, “Ḥac”, 1). Ancak söz konusu kişiler Harem’i terketmeleri sağlanıncaya kadar toplumdan tamamen tecrit edilir.

Şâfiî mezhebindeki meşhur görüşe ve Mâlikîler’den İbn Abdülberr’e göre, “Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” (et-Tevbe 9/5) meâlindeki âyet, Bakara sûresinin Mescid-i Haram’da savaş başlatmayı yasaklayan 191. âyetini neshettiğinden Harem’e sığınan kâfir veya âsi güruhuyla savaşmak câizdir. Hz. Peygamber de fetih günü Mekke’ye girdiğinde İslâm’ın azılı düşmanı İbn Hatal’ın, Câhiliye âdeti gereğince Kâbe örtüsüne yapışıp eman dilemesine rağmen öldürülmesini emretmiştir (Buhârî, “Ṣayd”, 18, “Cihâd”, 169; Müslim, “Ḥac”, 447, 450). Öte yandan âsilerle savaşmak Allah hakkıdır; Harem’de bile olsa böyle bir hakkın ihlâli câiz değildir. İkrime, Atâ b. Ebû Rebâh ve Mâlik b. Enes’e göre âdil bir devlet başkanına isyan etmeleri halinde Mekkeliler ile savaşılabilir. Hanbelîler de isyanı bastırmanın başka bir yolu olmaması durumunda savaşılabileceğini belirtmişlerdir.

“İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılındı” (el-Mâide 5/96) meâlindeki âyetle “...ve avı ürkütülmez” (Buhârî, “Ṣayd”, 9-10; Müslim, “Ḥac”, 445) hadisi gereğince, Harem sınırları içindeki ihramlı-ihramsız herkesi kapsayan avlanma yasağı sadece yabani kara avlarıyla ilgilidir. Şâfiîler’e göre bu yasağın kapsamına yalnızca eti yenen kara av hayvanları girerken Hanefîler ve Mâlikîler’e göre eti yenmeyenler de dahildir. Yasağa rağmen avlananlar fidye olarak ya avladıkları hayvanın benzerini ya da iki âdil kişinin takdir edeceği bedelini fakirlere vermek zorundadırlar (, XXVIII, 114, 116, 125, 150-152). Harem’de avlanılan kara hayvanından eti yenilmek suretiyle veya başka bir şekilde faydalanılması câiz değildir. Su avlarının etinin yenilmesi ise Mâide sûresinin aynı âyeti gereğince ihramlı ve ihramsız herkese helâldir.

Hz. Peygamber Harem’de karga, çaylak, akrep, fare, yılan ve saldırgan köpek gibi zararlıların öldürülmesine izin vermiştir (, I, 257; VI, 164; Müslim, “Ḥac”, 71-73; Tirmizî, “Ḥac”, 21; Nesâî, “Menâsik”, 116-117). Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri, yırtıcı-zararlı sınıfına giren bütün Harem hayvanlarının avlanmasının câiz olduğunda ittifak halindedir. Hanefîler ise şahin ve doğan gibi salyasız yırtıcıları bu hükmün dışında tutmuşlardır. Yine fakihlerin çoğu, her çeşit haşerat ve zehirlinin öldürülebileceğini söylerken Mâlikîler zararsız olanlarını istisna etmişlerdir.

Harem’de bulunan ihramlı veya ihramsız bir kimsenin orada kendiliğinden yeşeren ağaçları ve otları kesmesi veya sökmesi bütün fakihlerce haram sayılmıştır. Bu husus, “Bizim -Mekke’yi- güvenli, dokunulmaz bir yer yaptığımızı görmediler mi?” (el-Ankebût 29/67) meâlindeki âyetin kapsamına girdiği gibi Hz. Peygamber tarafından da açıkça beyan edilmiştir (Buhârî, “Cenâʾiz”, 77, “ʿİlim”, 39, “Ṣayd”, 9-10, “Büyûʿ”, 28; Müslim, “Ḥac”, 445-447). Yakacak ve kabir örtüsü olarak yaygın bir şekilde kullanıldığı için izhir bitkisi Resûl-i Ekrem tarafından bu hükmün dışında tutulmuştur. Mâlikîler sinameki otu, misvak ve baston yapımında kullanılan ağaçlar gibi günlük hayatta ihtiyaç duyulan bitkileri bu istisnaya dahil ederken Şâfiîler’in çoğunluğu, Hanbelîler’den Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ ve Ebü’l-Hattâb el-Kelvezânî dikenli zararlı bitkileri de aynı gruba sokmuşlardır. Harem’in kurumuş otlarından faydalanılması Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîler tarafından câiz görülürken Mâlikî mezhebince helâl sayılmamıştır.

Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre Harem bölgesindeki otların ve kendiliğinden yetişen ağaçların kesilmesi mutlaka fidyeyi gerektirmekteyse de tazminatın miktarı ve şekli ihtilâflıdır. Mâlikîler ise herhangi bir ceza gerekmeyip tövbenin yeterli olacağını ileri sürmektedirler. İnsanlar tarafından dikilen bitkiler ve ağaçların koparılması ya da sökülmesinin herhangi bir mahzuru olmadığında ittifak bulunmakla birlikte Şâfiî mezhebindeki bir görüşe göre ağaçlar tabii yeşillik sayılarak bu hükümden istisna edilmiştir.

Harem alanındaki bitkilerle ilgili yaklaşım farklılığı, Harem dahilindeki hayvanların otlatılması hususuna da yansımaktadır. Mâlikîler, Şâfiîler ve bir rivayette Hanbelîler ile Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a göre Harem’e getirilen kurbanlıkların çokluğu dolayısıyla şiddetle ihtiyaç duyulan otlardan faydalanılmasında bir sakınca yoktur. Ebû Hanîfe, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî ve bir rivayete göre Hanbelî fakihleri, Harem yeşilliğini bizzat koparmakla üzerine hayvanları sürmek arasında fark görmeyerek her ikisini de haram saymışlardır. Çünkü hayvanlardan sahipleri sorumludur. Bu mesele tıpkı avlanmaya benzemektedir; avı bizzat vurmak da av köpeğine yakalatmak da haramdır. Otun biçilerek hayvanlara verilmesi ise Şâfiîler’in dışındaki bütün mezheplerce câiz görülmemiştir. Şâfiîler arasında da bu görüşü paylaşanlar vardır.

Taş, toprak ve topraktan yapılan nesnelerin Harem sınırları dışına çıkarılmasını Şâfiîler’in çoğunluğu haram, Hanbelîler ve Râfiî gibi bazı Şâfiîler mekruh, Hanefîler -Hz. Ömer ve İbn Abbas’tan naklen- mubah saymışlardır. Şâfiîler’e göre bu maddeler dışarı çıkarılmaları halinde mutlaka Harem’e iade edilmelidir. Bazı âlimlere göre Hil’den Harem’e taş ve toprak taşımak da mekruhtur. Harem’de yetişen ürünlerin ve Zemzem suyunun dışarı çıkarılması ise ittifakla câizdir.

Harem bölgesinde avlanma yasağı ve tabii bitki örtüsünün korunması ilkesi, bir taraftan insanları içinde bulundukları mânevî ortama uyum göstermeye, beşerî zaaf ve kayıtsızlıklardan uzaklaşarak bu ortamın feyiz ve bereketinden mümkün olduğu ölçüde faydalanmaya hazırlayıcı bir tedbir olarak, diğer taraftan bölgedeki tabii güzelliği ve dengeyi, bilhassa hac mevsiminde dünyanın çeşitli yörelerinden gelen farklı kültürlere sahip yoğun nüfusun tahribinden korumak ve bu alışkanlığı ülkelerine döndüklerinde de devam ettirmelerini sağlamak gayesiyle açıklanmalıdır. Harem bölgesindeki taş ve toprağın bölge dışına çıkarılması yasağı da bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Harem’deki evlerin satılması veya kiraya verilmesi, Hanefî mezhebine ve Ahmed b. Hanbel’den gelen bir rivayete göre câiz değildir. İbn Abbas, Saîd b. Cübeyr ve Katâde b. Diâme, “Yerli ve taşralı bütün insanlara eşit kıldığımız Mescid-i Harâm’dan onları alıkoymaya kalkanlar -şunu bilmelidirler ki- kim orada zulümle haktan sapmak isterse ona acı azaptan tattırırız” (el-Hac 22/25) meâlindeki âyetin, Mekke’nin yerlileriyle dışarıdan gelenler arasında ikamet hakkı bakımından eşitlik bulunduğuna işaret ettiği görüşündedirler (İbnü’l-Cevzî, V, 420). Ayrıca Hz. Peygamber, “Mekke harem kılınmıştır; evlerinin satışı haram, meskenlerinin ücreti haramdır” (Dârekutnî, III, 57) hadisiyle bu konuyu açık bir şekilde hükme bağlamıştır. Şâfiîler ise Mekke’deki evler üzerinde sahiplerinin diledikleri gibi tasarrufta bulunmasını câiz saymışlardır. Çünkü Medine’ye hicret edenlerden “yurtlarından uzaklaştırılan fakir muhacirler” (el-Haşr 59/8) şeklinde söz eden âyet, Mekke’de bıraktıkları evleri dolaylı olarak kendilerine nisbet etmiştir. Ayrıca Mekke’nin fethi gününde Resûl-i Ekrem’in, “Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse güvendedir” (Müslim, “Cihâd”, 84) meâlindeki hadisinde evin Ebû Süfyân’a nisbet edilmesi bu görüşü desteklemektedir. Ahmed b. Hanbel ve Ebû Hanîfe’nin de aynı fikirde olduğunu gösteren rivayetler bulunmaktadır. Mâlikî mezhebinde meşhur olan rivayete göre ne kiraya vermek ne de satmak câizdir. İbn Rüşd’ün en meşhur ve mutemet saydığı ve “müftâbih” olduğunu söylediği bir başka rivayete göre ise bu işlemler câizdir. Bu mezhepteki diğer bir görüşe göre mekruh, dördüncü bir görüşe göre; yalnızca insanların buradaki meskenlere duydukları ihtiyacın arttığı hac ve umre mevsimlerinde mekruhtur. Bu son görüş, Ebû Hanîfe ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî gibi bazı imamlardan da nakledilmektedir. Mekke’deki evlerin satılmasını ve kiraya verilmesini uygun görmeyen fakihlerin, hac ve umre mevsiminde Harem’deki evlerin ve diğer hizmet imkânlarının sadece ticarî bir kazanç vasıtası yapılıp ziyaretçilerin mağdur edilmesini ve bu ibadetlerin ifasının zorlaştığı bir ortamın oluşmasını doğru bulmadıkları, hac ve umre ibadetinin kolaylık ve güven içinde ifasına imkân hazırlamak istedikleri anlaşılmaktadır. Bazı fakihlerin bu konudaki yasağı hac ve umre mevsimiyle sınırlı tutmasının anlamı da budur. Mekke’deki evlerin satılmasını ve kiraya verilmesini câiz gören fakihler ise özel mülkiyet hakkına ilişkin genel ilkelerden hareket etmiş ve Harem bölgesinde mülkü olan şahısların hac ve umre dolayısıyla ayrı bir gelir elde etmesinde sakınca görmemiş olmalıdırlar.

Harem’deki buluntu eşyanın (lukata) hükmünde de fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Cumhura göre bu konuda Harem’in içiyle dışı arasında fark yoktur; sahiplenmek niyetiyle olmaksızın bütün eşyanın bulunduğu yerden alınması câizdir. Şâfiî mezhebindeki sahih görüşe, Ahmed b. Hanbel’den gelen bir rivayete ve Mâlikîler’den Bâcî, İbn Rüşd ve Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye göre Harem’deki buluntu eşya, üzerinden ne kadar süre geçerse geçsin bulanın malı olamaz; sahibi çıkıncaya kadar muhafaza edilir. Çünkü Hz. Peygamber’in bu konudaki hükmü açıktır (Buhârî, “Luḳaṭa”, 7; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 89; Nesâî, “Menâsik”, 120). Buluntu eşyanın sahibinin veya vekilinin hac, umre ve ticaret gibi vesilelerle ileriki bir tarihte çıkıp gelmesi muhtemeldir.

Harem’in hususiyetlerinden biri de orada işlenen sevap ve günahların karşılığının kat kat görüleceğidir. Birçok hadis mecmuasında yer alan bir hadiste, Mescid-i Nebevî’de kılınan namazın Mescid-i Harâm hariç diğer yerlerde kılınan namazlardan bin kat daha faziletli olduğu haber verilirken (Buhârî, “Fażlü’ṣ-ṣalât”, 1; Müslim “Ḥac”, 505-510; İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 195; “Tirmizî”, Salât, 126; Nesâî, “Mesâcid”, 4, 7), bazı hadislerde Mescid-i Harâm’da kılınan namazın Mescid-i Nebevî’de kılınandan daha faziletli kabul edildiği (, II, 29; Heysemî, IV, 7), bazılarında ise bu faziletin yüz (, IV, 5; Heysemî, IV, 4) veya bin (Heysemî, IV, 6) katına kadar çıktığı ifade edilmiştir. Bir başka hadiste de Mescid-i Harâm’daki namazın başka mescidlerde kılınandan yüz bin defa daha faziletli olduğu belirtilmiştir (İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 195; Heysemî, IV, 7). Bu konuda rivayet edilen bazı hadislerde Mescid-i Aksâ fazilet bakımından üçüncü sırada gösterilmiştir (Heysemî, IV, 3-8). Bütün mescidlerin, hatta bütün yeryüzünün Allah’a ibadet için mekân oluşturduğu bilinmekle birlikte Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’da namaz kılmanın ferdî-derunî hayat açısından ayrı bir önem taşıdığı şüphesizdir. Konuyla ilgili hadislerin bütününden, bu üç mescid arasında sevap bakımından sıralamanın bu şekilde olduğu anlaşılmakla birlikte zikredilen rakamların farklılığı bunların sembolik bir anlam taşıdığını düşündürmektedir.

İbn Mes‘ûd, İbn Abbas, Mücâhid ve Ahmed b. Hanbel gibi fakihler, Harem sınırları içinde işlenen günahların da katlanarak cezalandırılacağını söylemişlerdir. Hatta İbn Abbas, Mekke’yi terkedip Tâif’e yerleşmesine gerekçe olarak bunu göstermiştir. Ancak Takıyyüddin el-Fâsî’ye göre doğru olan görüş, Harem’de işlenen günahın ceza bakımından diğer yerlerde işlenenden farkının bulunmadığıdır. Bu fikri savunanlara göre âhirette kötülüklerin kendi dengiyle cezalandırılacağını bildiren âyet (el-En‘âm 6/160) Harem’i de kapsamaktadır. Harem’de kötülük yapmaya yeltenen kimse bu teşebbüsünü gerçekleştiremezse bile günah işlemiş sayılır. Halbuki diğer bölgeler için hüküm böyle değildir. Abdullah b. Mes‘ûd, Hac sûresinin 25. âyetini tefsir ederken Harem’in bu hususiyetini vurgulamaktadır (, I, 428; Fâsî, s. 109-110). Aynı noktadan hareketle bazı fakihler, Hz. Ömer’in Harem’de adam öldüren bir kişinin ödeyeceği diyeti üçte bir oranında arttırdığına dair rivayeti de (Beyhakī, VIII, 71; İbn Kudâme, VII, 772) delil göstererek Harem’de işlenen cinayet için ödenecek diyetin ağırlaştırılması gerektiğini söylemektedirler.

Mekkeliler’in temettu‘ ve kırân haccı yapamayacakları, sadece ifrad haccına niyetlenebilecekleri hususunda görüş birliği bulunmaktadır. Ancak konuyla ilgili âyette geçen “Mescid-i Harâm civarında oturanlar” ifadesinde (el-Bakara 2/196) kastedilen bölgenin sınırlarının belirlenmesinde görüş ayrılığı bulunduğu için Harem’in Mekke dışındaki yerlerinde yaşayanların bu hükme dahil olup olmadığı meselesinde ihtilâf mevcuttur.

Hedy kurbanının Harem’de kesilmesinin şart olduğunda görüş birliği vardır. Çünkü bu konudaki naslar sarihtir (bk. el-Bakara 2/196; el-Mâide 5/95; el-Hac 22/33). Hanefî, Mâlikî ve kuvvetli bir görüşe göre Şâfiî mezhepleri, rahatsızlığı sebebiyle başını tıraş etmek zorunda kalan kimsenin fidye olarak kesmesi gereken kurbanın da (el-Bakara 2/196) Harem dahilinde kesilmesini gerekli görmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel’den de bu yönde bir görüş rivayet edilmektedir. Kurban kesmek yerine sadaka vermeyi tercih edenler sadakalarını Harem dahilindeki fakirlere vermelidirler. Fidye orucu her yerde tutulabilir. İhsârlı bir kimsenin hedy kurbanını nerede keseceği konusunda da ihtilâf bulunmaktadır; Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri ihsârın vuku bulduğu yerde kesilmesini câiz görürken Hanefî mezhebi Harem’de kesilmesini şart koşmaktadır (bk. İHSÂR).

Medine Haremi. Hanefî mezhebine göre Medîne-i Münevvere’nin özel hükümler gerektiren bir haremi yoktur. Nitekim Hz. Peygamber, yavru kuşla oynarken gördüğü bir çocuğu bundan menetmemiştir (, III, 115, 119; Buhârî, “Edeb”, 81, 112; Müslim, “Edeb”, 30; İbn Mâce, “Edeb”, 24). Eğer Medine’nin haremi olsaydı bu haremin sınırları içinde avlanmak yasaklanırdı, Resûl-i Ekrem de o kuşun alıkonulmasına izin vermezdi (Tahâvî, IV, 195). Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise Medine’nin de Mekke gibi belli sınırları ve özel hükümleri olan bir haremi vardır. Çünkü Hz. Peygamber, “İbrâhim Mekke’yi haram kıldığı gibi ben de Medine’yi haram kıldım” demiştir (Müslim, “Ḥac”, 454). Buna göre Medine Haremi’nde de ağaçların kesilmesi ve av hayvanlarının avlanması haramdır (Müslim, “Ḥac”, 457). Ancak Hanefî fakihi Tahâvî, Resûl-i Ekrem’in, “Onlar Medine’nin süsüdür” diyerek kalelerin yıkılmasını yasaklamasına benzettiği söz konusu hadisi Medine’nin haremi bulunduğuna delil saymayıp sadece şehrin tabii güzelliğinin korunmasını amaçlayan bir ifade olarak görmüştür (Şerḥu Meʿâni’l-âs̱âr, IV, 193-194).

Varlığını kabul edenlere göre Medine Haremi’nin sınırları güneydeki Âir’den (Ayr) kuzeydeki Küçük Sevr’e kadar uzanmakta (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Medîne”, 1; Müslim, “Ḥac”, 467), buna göre Uhud dağı Harem dahilinde kalmaktadır. Doğu ve batı yönlerindeki sınırları ise harre (lâbe) diye anılan iki kara taşlık mevkidir (Müslim, “Ḥac”, 456). Bunlardan doğudaki Harretüvâkım, batıdaki ise Harretülvebere diye anılır. Böylece Medine Haremi, yarıçapı yaklaşık 22 km. olan bir daireden ibarettir.

Medine Haremi’nin Mekke Haremi’nden farklılık arzeden başlıca hükümleri şunlardır: Bütün fakihlere göre Medine’ye ihramla girilmesi şart olmadığı gibi lüzumu halinde geçici bir süre için gayri müslimlerin girişine izin verilmesi de câizdir. Medine Haremi’ne has bir ibadet veya kurban yoktur. Medine Haremi’nin ağaçlarını ihtiyaç duyulan eşyanın yapımında kullanmak (Buhûtî, II, 474), otunu da hayvanlara yedirmek câizdir (Ebû Dâvûd, “Ḥac”, 99). Ulemânın çoğunluğuna göre ağacını kesmenin, otunu yolmanın ve hayvanını avlamanın da herhangi bir cezası yoktur. Şâfiî’nin eski görüşü ile Ahmed b. Hanbel’den gelen bir rivayete göre ise bunlara ceza uygulanır. Medine Haremi dışında avlanan kimsenin avını harem alanına sokmasında bir sakınca görülmemiştir. Ancak Mâlikîler’e göre bu ruhsat sadece Medineli avcılar için geçerlidir. Mescid-i Nebevî’de kılınan namaz, Mescid-i Harâm hariç diğer mescidlerde kılınanlardan daha faziletli sayılmıştır (yk.bk.).


BİBLİYOGRAFYA

, “ḳds” md.

, “ḥrm” md.

Ahmed b. Muhammed el-Feyyûmî, el-Miṣbâḥu’l-münîr, “ḥrm” md.

, “Ḳıble”, 9.

, I, 119, 253, 257, 428; II, 29; III, 115, 119, 199; IV, 5; VI, 164.

Dârimî, “Büyûʿ”, 60.

Buhârî, “Ṣayd”, 9-10, 18, “Cihâd”, 169, “Fażlü’ṣ-ṣalât”, 1, “Cenâʾiz”, 77, “ʿİlim”, 39, “Büyûʿ”, 28, “Luḳaṭa”, 7, “Mescidü Mekke”, 1, 6, “Edeb”, 81, 112, “Feżâʾilü’l-Medîne”, 1.

Müslim, “Ḥac”, 71-73, 226-227, 415, 445-447, 450, 454, 456, 457, 467, 505-510, “Cihâd”, 84, “Edeb”, 30.

İbn Mâce, “Menâsik”, 103, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 195, “Edeb”, 24.

Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 117, “Menâsik”, 89, 99.

Tirmizî, “Cihâd”, 18, “Ḥac”, 1, 21, 99, “Mevâḳīt”, 126, “Ṣalât”, 126.

Nesâî, “Menâsik”, 110-120, “Mesâcid”, 4, 7, 10.

, II, 121-138, 140-146, 148-151, 309-310.

, VI, 110; XVI, 110.

Tahâvî, Şerḥu Meʿâni’l-âs̱âr (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), IV, 193-195.

Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, Beyrut, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), III, 88-89.

Dârekutnî, es-Sünen (nşr. Abdullah Hâşim el-Medenî), Medine 1966, III, 57.

, V, 197; VIII, 71.

, s. 278, 287, 289-291.

, II, 164; VI, 202.

İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, [baskı yeri yok] 1405/1985 (Dârü’l-ma‘rife), I, 325, 332-333, 358-365, 378.

İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, Beyrut 1404/1984, III, 57; V, 420.

, III, 262, 344-345, 350-355; VII, 772; VIII, 529-531; IX, 15.

, VIII, 103-107; XIII, 363.

, IX, 124.

a.mlf., , VII, 15-20, 307, 311, 326, 427, 451, 471, 479, 482.

Zerkeşî, İʿlâmü’s-sâcid bi-aḥkâmi’l-mesâcid (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Merâgī), Kahire 1982, s. 63-65, 85, 115-129.

, IV, 3-8.

Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-neẓâʾir, Kahire, ts. (Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye), s. 551-552.

Takıyyüddin el-Fâsî, Şifâʾü’l-ġarâm bi-aḫbâri’l-Beledi’l-ḥarâm (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Beyrut 1405/1985, s. 85-134.

, II, 402-403, 468-475.

, II, 154-155, 156, 198, 212, 217, 253.

Gümüşhânevî, Câmiʿu’l-menâsik ʿalâ aḥseni’l-mesâlik, İstanbul 1289, s. 62-72, 216, 227, 297-326, 378-396.

M. Ali b. Hüseyin, Tehẕîbü’l-Furûḳ ve’l-ḳavâʿidü’s-seniyye fi’l-esrâri’l-fıḳhiyye (Şehâbeddin el-Karâfî, el-Furûḳ içinde), Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), IV, 11.

, III, 318-344, 582-583.

Salâh A‘zam, Ḳażıyyetü’l-Ḥaremeyni’ş-şerîfeyn, Kahire 1410/1990, s. 17-32, 41-56, 59-81, 86-139.

Abdullah b. Abdurrahman b. Câsir, Müfîdü’l-enâm ve nûrü’ẓ-ẓalâm fî taḥrîri’l-aḥkâm li-ḥacci Beytillâhi’l-Ḥarâm, Riyad 1412/1992, s. 196-211, 217-226.

M. Eliade, Patterns in Comparative Religion, London 1993, s. 1-38.

a.mlf. – L. E. Sullivan, “Hierophany”, , VI, 313-317.

İbn Dehîş, el-Ḥaremü’l-Mekkiyyü’ş-şerîf ve’l-aʿlâmü’l-muḥîṭa bih, Mekke 1415/1995.

S. Coleman v.dğr., Pilgrimage, London 1995, s. 43.

Salâh Abdülcâbir Îsâ, “Rüʾye coġrâfiyye li’l-ebʿâdi’l-mekâniyye fî aʿmâli menâsiki’l-ḥac”, ed-Dâre, sy. 1, Riyad 1985, s. 12-13, 19-26.

J. G. Davies, “Architecture”, , I, 382.

B. A. Levine, “Biblical Temple”, a.e., II, 213-215.

G. D. Alles, “Sanctuary”, a.e., XIII, 59.

S. Safrai, “Pilgrimage”, , XIII, 512.

a.mlf., “Temple”, a.e., XV, 972.

T. Davidson, “Places”, , X, 50-52.

M. Greenberg, “City of Refuge”, , I, 638, 639.

J. A. Wharton, “Refuge”, a.e., IV, 24.

D. Sperling, “Navel of the Earth”, a.e.: Suppl., s. 621, 623.

“Âfâḳī”, , I, 95-96.

“İḥrâm”, a.e., II, 128-195.

“İḥṣâr”, a.e., II, 210-211.

“Aʿlâmü’l-ḥarem”, a.e., V, 258-260.

“Ḥarem”, a.e., XVII, 184-205.

“Ḥill”, a.e., XVIII, 103-104.

“Ribâʾ”, a.e., XXII, 80-82.

“Ṣayd”, a.e., XXVIII, 113-152.

Hamdi Döndüren, “Âfâkî”, , I, 397-398.

Ahmet Özel, “Alem”, a.e., II, 356-357.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 16. cildinde, 127-132 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER