- 1/2Müellif: NEBİ BOZKURT, MUSTAFA SABRİ KÜÇÜKAŞCIBölüme GitArap yarımadasının batısında Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısına yaklaşık 130 km. uzaklıkta, Mekke’nin 350 km. kadar kuzeyinde olup deniz seviyesinde...
- 2/2Müellif: MUSTAFA SABRİ KÜÇÜKAŞCIBölüme GitOsmanlı Dönemi. Mekke ve Medine başta olmak üzere İslâm’ın kutsal bölgelerine yönelik Osmanlı ilgisinin başlangıcı Yavuz Sultan Selim’den daha önceye ...
https://islamansiklopedisi.org.tr/medine#1
Arap yarımadasının batısında Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısına yaklaşık 130 km. uzaklıkta, Mekke’nin 350 km. kadar kuzeyinde olup deniz seviyesinden yüksekliği Harem-i şerif’te 619 metredir. Şehrin kurulmuş olduğu geniş düzlüğün kuzeyini Uhud, güneyini Âir dağları, doğusunu Vâkım harresi (volkanik lav akıntısı), batısını Vebere harresi kuşatır. İbn Kesîr’in verdiği bilgiye göre 19 (640) yılında ve Hz. Osman zamanındaki lav püskürtmeleriyle 654’te (1256) “Hicaz ateşi” olarak tarihe geçen volkanik faaliyetler, Medine ve çevresindeki bu volkanik etkinliklerin o dönemde henüz tam olarak sona ermediğini gösterir. Medine ve yöresi su kaynakları bakımından oldukça zengindir. Şehrin içerisinde ve etrafındaki akarsular, tabanında suya elverişli yumuşak tabakalı vadilerin yer aldığı volkanik alanlarda bulunan yer altı kaynakları bu zenginliğin en önemli unsurlarıdır. Yağmur fazla yağdığında bu alanlardan gelen sular zaman zaman sel baskınlarına sebep olmaktaydı. Hz. Osman döneminde Mehzûr vadisinden gelen sel baskınlarını önlemek maksadıyla bir set yapılmıştır (İbn Şebbe, I, 169; Belâzürî, Fütûh, s. 13). 156’da (773) yağmur suları bütün Medine vadilerini doldurarak Mescid-i Nebevî’yi tehdit etmiş, kanallar açılıp suyun dağılması sağlanmıştır (İbn Şebbe, I, 169). Ovalık bölgede eskiden beri çok sayıda kuyu bulunmaktadır. Ancak kuyuların suyu çoğunlukla acı olduğundan içme suları daha çok güneydeki kuyulardan temin edilmeye çalışılmıştır. İbn Şebbe, bunlardan Hz. Peygamber’in su içtiği ve abdest aldığı on dört kuyunun adını zikretmektedir (a.g.e., I, 152, 156-162).
Medine’nin bilinen en eski adı Yesrib olup bu adın, buraya ilk yerleşen kişi olduğu rivayet edilen Yesrib b. Vâil b. Kâyine b. Mehlâbil’in isminden geldiği kaydedilmektedir (Semhûdî, I, 156). Şehrin adı Batlamyus ve Bizanslı Stephanus’ta Iathrippa olarak verilmiştir (EI2 [İng.], V, 994). “Zarar vermek, karıştırmak, kötülemek, başa kakmak, bozmak” gibi anlamlara gelen, serb kökünden türeyen Yesrib kelimesi, Kur’an’da Medine’nin adı olarak bir yerde geçmektedir (el-Ahzâb 33/13). Yesrib adı önceleri, kuzeyde ilk yerleşmenin gerçekleştiği tahmin edilen Curf ile Kanât vadileri arasında kalan kesimi belirtirken daha sonra şehrin tamamı için kullanılmıştır. Hicretin ardından Hz. Peygamber şehre Tâbe, Taybe (hoş ve güzel) gibi olumlu anlamlar içeren adlar verilmesini istemiştir (Müsned, IV, 285). İslâm kaynaklarında Medine’ye Tayyibe, Miskîne, Azrâ, Câbire, Mecbûre, Mahabbe, Mahcûbe, Kur’an’da Medine için kullanılan “dâr” kelimesinden hareketle (el-Haşr 59/9) Dârülhicre, Dârülîmân, Dârüssünne, Resûl-i Ekrem’e nisbetle Medînetürresûl (Medînetünnebî) ve el-Medînetü’l-münevvere gibi isimlerin verildiği görülmektedir. Çoğunluğu şehrin kutsallığına, hicret yurdu ve başşehir olmasına, hicretten sonra gerçekleşen medenîleşmeye vurgu yapan bu isimlerin sayısı doksan yediye kadar çıkarılmakta ve bunların bir kısmının Tevrat’ta da yer aldığı kaydedilmektedir (İbn Şebbe, I, 162-165; İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî, s. 33-34). Medîne kelimesinin kökeni konusunda farklı görüşler vardır. Medine, Ârâmî dilinde önceleri “mahkeme yeri”, daha sonra “şehir” anlamında kullanılan medinta kelimesinden alınmış ve buradan aktarıldığı İbrânî dilinde “bir yöneticinin nüfuz alanına giren yer” mânasında kullanılmıştır. Medine kelimesi Kur’an’da on yerde geçmekte, bunların dördünde (et-Tevbe 9/101, 120; el-Ahzâb 33/60; el-Münâfikūn 63/8) Medine şehri kastedilmektedir (Küçükaşcı, Cahiliye’den Emevîlerin Sonuna Kadar Haremeyn, s. 209-212). Medine’nin Arapça müdûn veya deyn kökünden türediği ileri sürülür. İbn Manzûr, kelimenin “şehre gelmek, ikamet etmek, yerleşmek” gibi anlamlara gelen müdûn kökünden türediğini ve yeryüzünün yerleşmeye uygun ve kale yapılan her yerine medine adı verildiğini kaydeder (Lisânü’l-ʿArab, “mdn” md.). Emevîler, Hz. Peygamber’in güzel isimler verdiği Medine’ye halkının kendilerine muhalif olması sebebiyle Ümmünetn (kirli şehir) veya Habîse adını vermişlerdir (Belâzürî, Ensâb, II, 305-306; İbnü’l-Esîr, IV, 359).
Mekke ile birlikte iki Harem’den (Haremeyn) biri olan Medine, hicret yurdu olması ve halkının herhangi bir zorlama olmaksızın İslâmiyet’i benimsemesinden dolayı “Kur’an’la fethedilmiş” kabul edilir (Belâzürî, Fütûh, s. 8; İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî, s. 45). Hicretten sonra Resûl-i Ekrem, “Hz. İbrâhim Mekke’yi harem yaptığı gibi ben de Medine’yi harem yaptım” sözleriyle şehri harem ilân etmiştir (Buhârî, “Büyûʿ”, 53, “Cihâd”, 71, 74; Müslim, “Ḥac”, 454). Medine vesikasında kayıt altına alınan bu hüküm (İbn Hişâm, II, 145; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 217), Hendek Gazvesi ile Hayber seferinde elde edilen başarı üzerine bütün Arap kabileleri tarafından kabul edilmiştir (Küçükaşcı, Cahiliye’den Emevîlerin Sonuna Kadar Haremeyn, s. 255-256). Medine’nin haremi güneydeki Âir ve kuzeydeki Küçük Sevr ile doğuda Vâkım, batıda Vebere harreleri arasında kalan yaklaşık 22 km. yarıçapındaki daireden ibaret olup bu sınırlar işaretler konularak belirtilmiştir.
Medine’ye ilk yerleşmenin ne zaman başladığı hakkında kesin bilgi yoktur. Tarih sahnesine çıkışından itibaren Medine’ye yerleşen üç topluluktan (Amâlika, yahudiler ve Evs-Hazrec) bahsedilir. Ancak şehre bunlardan hangisinin daha önce geldiği bilinmemektedir. Genellikle kabul edilen rivayete göre Yesrib’e ilk olarak Amâlika kavminden Amelâk b. Erfahşed b. Sâm b. Nûh veya aynı kabileden Yesrib adlı bir kişi ve beraberindekiler yerleşmiştir. Bu topluluk hakkında verilen bilgiler Amâlika kavminin Arabistan’daki tarihiyle de örtüşmektedir. Yahudilerin Medine’ye gelişini Hz. Mûsâ dönemine kadar götürenler olduğu gibi Suriye’nin Yunanlılar veya Filistin’in Romalılar tarafından işgaliyle bağlantılı görenler de vardır. Bir başka görüş de Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın Kudüs’ü işgal edip Süleyman Mâbedi’ni yıkmasından sonra (m.ö. 586) buradan çıkarılan yahudilerin Yesrib’e gelip yerleştikleridir. Yahudilerin Yesrib’e gelişinde sadece zikredilen zorunluluk rol oynamamış, kutsal kitaplarında geleceği bildirilen peygamberin buraya hicret edeceğinin kaydedilmesi de etkili olmuştur (İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî, s. 37). Yesrib’e yerleşen İsrâiloğulları, burada kaleye benzeyen konaklar (ütum, ücum) inşa etmişler, tarım ve çeşitli sanatlarla uğraşıp kısa sürede güçlenmişler, diğer unsurlara göre daha çabuk çoğalmışlar, Amâlika ve Cürhümlüler’i Yesrib’den çıkarıp şehre hâkim duruma gelmişlerdir. Yesrib’in yerleşim birimi olarak gelişmesinde yahudi kabileleri Benî Kurayza, Benî Kaynukā‘ ve Benî Nadîr’in önemli rol oynadıkları rivayet edilmektedir. Anavatanları Yemen olan Evs ve Hazrec kabileleri Arim selinden sonra muhtemelen V. yüzyılda Yesrib ve civarına yerleştiler. Yahudilere tâbi olarak yaşamaya başlayan bu kabileler siyasal ve ekonomik baskılara, hatta bazan onur kırıcı çirkin davranışlara mâruz kaldılar. Sayıca daha az olan Evsliler Kurayza ve Nadîroğulları ile, Hazrecliler de Benî Kaynukā‘ ile ittifak kurdular. Hazrec reislerinden Mâlik b. Aclân, Gassânîler ve müttefik Arap kabilelerinden aldığı destek sayesinde yahudilere üstünlük sağladı ve Medine’de hâkimiyet Evs ve Hazrec’in eline geçti (492). Bir süre sonra yahudilerin kışkırtması ile bu iki kabile birbirine düşerek yaklaşık 120 yıl boyunca birçok defa savaştı. Bunlardan sonuncusu ve en kanlısı olan Buâs Savaşı hicretten beş yıl kadar önce vuku bulmuş ve Hazrecliler’in mağlûbiyetiyle neticelenmiştir.
Buâs Savaşı, ilk Akabe buluşmasından hicrete uzanan sürecin başlangıcı olması açısından İslâm tarihinde büyük öneme sahiptir. Bu dönemde Evs ve Hazrecliler aralarındaki düşmanlığı kaldıracak birleştirici bir lidere ihtiyaç duyuyorlardı. Bu arada bir peygamber çıkacağını yahudilerden duymuş olmaları onlarda yeni din konusunda fikrî bir zemin oluşturmuştu. Mekke’de güçlü bir destek bulamayan Hz. Peygamber, Tâif’e giderek yeni bir çevrede davasını anlatmayı denediyse de aynı olumsuz tavırla karşılaşmış, buna mukabil Akabe’de tanıştığı bazı Medine (Yesrib) sakinlerinin İslâmiyet’e girmesi üzerine şehir halkının çoğunluğunu meydana getiren Hazrec ve Evs kabileleri arasında Müslümanlık süratle yayılmaya başlamıştı. İkinci Akabe Biatı’nda Medineli müslümanların, Resûl-i Ekrem’i ve Mekkeli müslümanları şehirlerine davet ederek her türlü tehlike ve sıkıntıda onları ve arkadaşlarını koruyacaklarına dair ant içip söz vermelerinin ardından (622) Medine hicrete uygun bir yer haline geldi. İslâmiyet’in çevreye kolayca yayılmasını sağlayacak merkezî bir konumda ve savunmaya elverişli coğrafî bir yapıda olması siyasî ortamın uygunluğu, ayrıca kervan yollarının üzerinde bulunması Medine’nin hicret yurdu olarak seçilmesini kolaylaştırdı. Hz. Peygamber’in hicrete izin vermesiyle sahâbîler Mekke’den Medine’ye göç etmeye başladılar. Ashabın büyük çoğunluğu Medine’ye gittikten sonra Resûl-i Ekrem de oraya hicret etti (8 Rebîülevvel 1 / 20 Eylül 622). İslâm ve dünya tarihinde bir dönüm noktası teşkil eden ve önemli sonuçlar doğuran hicret Mekke’nin fethine kadar (20 Ramazan 8 / 11 Ocak 630) sürdü. Yesrib’e hicretin ardından göçün ortaya çıkardığı ilk problemler çözüldü ve Resûlullah’ın etrafında şehirdeki bütün unsurların katıldığı bir beraberlik oluşturuldu. Hicretten sonra Medine’de bazı iç düzenlemeler yapıldı. İlk olarak şehri dışarıdan gelecek tehditlere karşı güvence altına almak ve gayri müslim unsurlarla Kureyş’in iş birliğini engellemek üzere Hz. Peygamber’in nihaî söz sahibi kabul edildiği, Medine toplumunun bütün unsurlarının katıldığı siyasî birliğin temelini atan Medine vesikası kaleme alındı (geniş bilgi için bk. ANAYASA). Resûl-i Ekrem’in hicretten sonra hazırladığı bir anayasa niteliği taşıyan bu ilk metinde Evs ve Hazrec kabilelerinin kolları ve onların yahudi müttefikleri hakkında ayrıntılı bilgi vardır. Kabileyi esas alan üyelik anlayışı ve dar otorite kalıpları yerine yeni bir siyasî üyelik tanımı getirmiş olan Medine vesikasının yazılmasının ardından ensarla muhacirler arasında kardeşlik bağı (muâhât) kuruldu. Evs ve Hazrec kabileleri, eski düşmanlıklarını unutarak kendilerine verilen ensar unvanına uygun biçimde yaşamaya devam ettiler. Yahudiler Evs ve Hazrec kabilelerinin oluşturduğu ittifakı bozmaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar.
Hicretten sonra Medine ile Mekke arasındaki mücadelenin ilk safhasını Mekke’nin ekonomik baskı altına alınması oluşturur. Mekkeliler, müslümanların tehdidi altındaki kervan yollarının emniyetini yeniden sağlamak ve Medine’yi ele geçirmek amacıyla harekete geçtiler. Medine-Mekke arasındaki ilk büyük savaş olan Bedir Gazvesi’nde düşmanlarını mağlûp eden Medineliler, Arabistan içerisinde itibarlı bir konumda bulunan Mekke müşriklerine ilk darbeyi vurmuş oldular. Bedir Gazvesi’nden sonra Mekke müşrikleri bir yandan Medine’ye yürümek için hazırlık yaparken öte yandan kervanları için alternatif yollar bulmaya çalışıyorlardı. Uhud Gazvesi Kureyşliler’e bu anlamda yeni bir ümit oldu. Fakat savaş meydanında kazandıkları başarıyı siyasî üstünlükle pekiştiremediklerinden Medine bir tehdit unsuru olmaya devam etti. Uhud Gazvesi’nde kazanılan başarının ancak Medine’nin ortadan kaldırılmasıyla devamlılık kazanacağını düşünen Mekkeliler Medine’ye öldürücü darbeyi vurmak için yeni bir seferin hazırlıklarına başladılar. Bütün güçlerini toplayarak giriştikleri ve Medine’nin içeriden savunulduğu Hendek Gazvesi, Mekkeliler açısından olumlu sonuç vermediği gibi itibarlarını da sarstı. Medine’ye karşı bu son hamleleri de başarısızlığa uğrayan Mekkeliler geri çekilip taarruz konumundan savunma konumuna geçmek zorunda kaldılar. Müslümanların kazandıkları psikolojik üstünlük ve Medine’de oluşturulan birliktelik, Arap yarımadasında İslâm’ın yayılması açısından daha elverişli imkânlar ortaya çıkardı. Bu arada Medine vesikasının hükümlerine uymayan yahudi kabilelerinden Benî Kaynukā‘ Zilkade 2’de (Mayıs 624), Benî Nadîr Rebîülevvel 4’te (Ağustos 625) Medine’den sürüldü. Hendek Gazvesi’nde müslümanlara ihanet eden Benî Kurayza kabilesi de cezalandırıldı (Zilhicce 5 / Mayıs 627) ve şehirde hiçbir yahudi kabilesi kalmadı. Bu noktadan hareket eden Hz. Peygamber, Mekke ile Medine arasındaki husumeti ortadan kaldırmak ve Kâbe’nin müslümanlar tarafından benimsendiğini göstermek istiyordu. Bu amaçla çıkılan umre yolculuğu sırasında Hudeybiye Antlaşması imzalanarak bir barış ortamı oluşturuldu. Antlaşmanın daha sonra Kureyş tarafından bozulması Mekke’nin fethedilmesi sürecini başlattı. Resûl-i Ekrem Mekke’nin fethinden sonra muhacirlerle birlikte Medine’ye döndü ve ensara karşı vefa duygusuyla hareket edip kurduğu devletin başşehri yaptığı Medine’de yaşamayı tercih etti. Medine Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman dönemlerinde çok geniş bir alanda gerçekleştirilen fetihlerin sevk ve idare edildiği, çeşitli idarî ve sosyal düzenlemelerin yapıldığı hilâfet merkezi olarak önemini korudu. Hz. Osman’ın Medine’de kuşatılarak katledilmesi (18 Zilhicce 35 / 17 Haziran 656), buradaki siyasî otoriteye karşı dışarıdan yapılan ilk müdahale olduğu gibi bu olay aynı zamanda Medine’nin insanların zihnindeki kutsiyetinin çiğnenmesi anlamına da geliyordu. Hz. Ali’ye biat bu hususta söz sahibi Medineliler’in çoğunluğunun katılımıyla gerçekleşti. Hz. Ali halife olunca gelişen olayları Medine’den çözmeyi denedi. Bir sonuç alamayınca Medine halkının ve yakın çevresinin bütün çabalarına rağmen şehirden ayrıldı. Başta ensar olmak üzere Hz. Ali’nin bu kararına muhalefet edenler Medine’nin tekrar hilâfet merkezi olamayacağı endişesini taşıyorlardı. Hz. Ali’nin buradan hangi amaçla çıktığı, ilk olarak nereye gittiği ve hilâfet merkezini nakletmek isteyip istemediği hususları açık değildir. Bazı kaynaklarda Medine’nin Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye bıraktığı yıla kadar (41/661) başşehir kabul edilmiş olması (Kalkaşendî, III, 183), en azından başlangıçta Hz. Ali’nin Medine’yi fitneyi bastırmak amacıyla terkettiği ve daha sonra geri döneceği şeklinde yorumlanmıştır. Temelde siyasî olan bu kararın alınmasında dinî, içtimaî ve iktisadî faktörlerin rol oynadığı görülmektedir. Hz. Ali halife seçildiğinde İslâm dünyasında siyasî ağırlığın Hicaz’dan Suriye ve Irak’a kaymakta olduğu ve iki bölge arasında üstünlük mücadelesine dönüştüğü dikkati çekmektedir.
Hz. Ali’yi halife olarak tanımayıp isyan eden Muâviye, Hicaz’a Büsr b. Ebû Ertât kumandasında 4000 kişilik bir kuvvet gönderdi. Medine’ye gelen Büsr halka zulmederek Muâviye için zorla biat aldı. Hz. Ali’nin şehid edilmesi ve Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye bırakıp Medine’ye yerleşmesiyle Emevî hânedanı iktidarı ele geçirdi. Emevîler’in hilâfet merkezini Dımaşk’a nakletmeleri Medine’nin siyasî üstünlüğünü zayıflattı. Ancak Asr-ı saâdet’in güzel hâtıralarını ve Hz. Peygamber’in mescid ve kabrini bünyesinde barındırması Medine’nin dinî ve kültürel merkez olarak önemini sürdürmesi için yeterliydi. Bu durumdan rahatsızlık duyan Muâviye, şehre bu önemi kazandıran değerleri buradan naklederek Medine’nin siyasî hüviyetinden sonra dinî merkez olma özelliğini de kaybetmesini istiyordu. Bu amaçla Vali Mervân b. Hakem’den Mescid-i Nebevî’nin minberini söküp Resûl-i Ekrem’in asâsıyla birlikte Dımaşk’a göndermesini istedi. Ancak Medine’de oluşan muhalefeti aşamadı. Ardından gelen bazı Emevî halifeleri Hz. Peygamber’in minberini Dımaşk’a nakletmeyi düşünmüşlerse de bunu gerçekleştirecek uygun bir ortam bulamamışlardır. Muâviye’nin ölümünden (60/680) sonra Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr Medine valisinin baskılarına rağmen Muâviye’nin oğlu Yezîd’e biatı reddedip Mekke’ye gittiler. Yezîd’in iktidara gelmesinin ardından müslümanlar Medine’de Emevîler’e karşı yeniden muhalefet hareketi başlattılar. 63’te (683) meydana gelen Harre Savaşı’nda şehir Suriye’den gönderilen Emevî ordusu tarafından yağmalandı; Medineliler Yezîd’e zorla biat ettirildi. Bundan sonra Medine bazan Emevîler’in, bazan da Hicaz’da halifeliğini ilân eden Abdullah b. Zübeyr’in gönderdiği valiler tarafından yönetildi. Abdülmelik halife olunca Hicaz ve Irak’a hâkim olmakla birlikte giderek güç kaybeden Abdullah b. Zübeyr’e yönelmeye karar verdi. Haremeyn’i hâkimiyeti altına almanın yolunun Medine’den geçtiğini çok iyi bilen Abdülmelik ilk olarak bu şehri yeniden Emevî idaresine katmayı hedefliyordu. Bu maksatla üç ayrı orduyu Medine’ye gönderdi. Şehre girişleri yasaklayıp Mekke ile bağlantısını ve buradan yapılacak mal sevkiyatını kesti. Ardından yola çıkardığı Haccâc b. Yûsuf, Medine’de herhangi bir engelle karşılaşmayıp Mekke’ye ulaştı. Abdullah b. Zübeyr özellikle Harre faciasının ardından siyasetle uğraşacak hali kalmadığından Medine halkından tam bir destek görmedi. Emevî hâkimiyetinin sonuna doğru Ebû Hamza eş-Şârî kumandasındaki Hâricîler, Kudeyd yakınlarında yapılan savaş neticesinde Medine’yi ele geçirdi (13 Safer 130 / 23 Ekim 747). Ancak hemen ardından Abdülmelik b. Atıyye kumandasındaki Emevî ordusu şehre yeniden hâkim oldu.
İlk Abbâsî halifesi Ebü’l-Abbas es-Seffâh’a biat edilmesinden sonra Haremeyn valisi olan Dâvûd b. Ali, Mekke’de başladığı Emevî ailesi ve taraftarlarını cezalandırma işini Medine’de tamamladı (Küçükaşcı, Cahiliye’den Emevîlerin Sonuna Kadar Haremeyn, s. 305). Siyasî merkez özelliğini kaybetmesinin ardından merkezî otoriteye karşı oluşan muhalif hareketlerin odağı haline gelen Medine, Abbâsîler döneminde de Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin öncülüğünde Abbâsî iktidarına muhalif olanlara merkezlik yaptı. Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye bırakmasından ve Hz. Hüseyin’in Kerbelâ Vak‘ası’nda şehid edilmesinden sonra çocukları ve ailelerinin Medine’ye yerleşmesi Ali evlâdını bu şehirde önemli bir siyasî güç haline getirdi. Abbâsî idarecileri, destekleriyle iktidara geldikleri Ali evlâdını sadece iktidardan uzaklaştırmakla kalmayıp sürekli gözetim altında tutarak en sert şekilde cezalandırdılar. 1 Receb 145’te (25 Eylül 762) Abbâsîler’e karşı hilâfet iddiasıyla harekete geçen Ali evlâdından Muhammed b. Abdullah en-Nefsüzzekiyye, İmam Mâlik’ten fetva aldığı kaydedilen şehir halkının desteğiyle Medine’ye hâkim oldu. Ancak kısa bir süre sonra Îsâ b. Mûsâ kumandasındaki Abbâsî ordusu şehri ele geçirdi (14 Ramazan 145 / 6 Aralık 762); Muhammed en-Nefsüzzekiyye ve teslim olmayan Medineliler öldürüldü (Taberî, VII, 599-600). Harre Vak‘ası’ndan sonra Medine tarihinde en çok iz bırakan bu olayın ardından Medine, merkezî hükümete karşı Ali evlâdının ve özellikle Hz. Hasan neslinden gelenlerin öncülüğünde gerçekleşen muhalefet hareketinin merkezine dönüştü. Medine’de isyan eden Sâhibüfah Hüseyin b. Ali’nin öldürülmesi üzerine (169/786) Medine vali vekili Ömer b. Abdülazîz b. Abdullah, Ali evlâdından olanlarla Sâhibüfah Hüseyin’e destek veren bazı kimselerin evlerini yakarak mallarına el koydu. 230’da (845) Benî Süleym kabilesinden bir grup eşkıyanın Medine’de isyan edip Mekke ve Medine arasında yol kesmesi ve bazı köyleri yağmalaması üzerine Abbâsî Halifesi Vâsiḳ-Billâh tarafından gönderilen Boğa el-Kebîr lakaplı Ebû Mûsâ et-Türkî Medineliler’in de yardımıyla âsileri cezalandırdı (a.g.e., IX, 129-131).
266’da (880) Ali evlâdından Hasenîler ve Hüseynîler arasında çıkan ihtilâf şehrin çeşitli yerlerinde silâhlı çatışmalara sebep oldu (a.g.e., IX, 552-553). Kökleri Emevîler dönemine kadar uzanan mücadeleden Hüseynîler galip çıkınca Hasenîler Mekke’ye gitmek zorunda kaldı. Medine idaresini ele geçiren Hüseynîler, Abbâsîler’in ikinci döneminden itibaren İslâm dünyasında kurulan bütün devletlerin Haremeyn’e hâkim olarak İslâm dünyasının liderliğini üstlenmek için gösterdikleri mücadele ve rekabetten en iyi şekilde yararlanıp Medine’deki güçlerini pekiştirdiler. IV. (X.) yüzyıldan itibaren şehrin yerel yöneticisi konumundaki Hüseynîler çıkarlarına göre bazan Fâtımîler, bazan da Abbâsîler adına hutbe okuttular. Diğer taraftan Medine ekonomik yönden bağımlı olduğu Mısır’a siyasî yönden de bağımlı hale geldi. Bundan sonra Mısır’da kurulan devletlerle diğer devletler arasında rekabete sahne olan Medine IV. (X.) yüzyıldan itibaren Mısır’a bağlı olarak yönetildi. Medine’nin siyasî açıdan Mısır ile bağlantısı Tolunoğulları döneminde (868-905) gerçekleşti. İhşîdîler de Medine’ye hâkim olmaya çalıştılar. Ancak onların hükümranlığı kısa sürdü (965-969) ve Abbâsî valileri şehri yeniden hâkimiyetleri altına aldılar. 358 (969) yılında tekrar Medine’ye hâkim olan Hüseynîler, Abbâsîler yerine Fâtımîler adına hutbe okutmaya başladılar (Makrîzî, I, 172). 365’te (976) tekrar Abbâsî idaresine geçen Medine bundan sonra iki devletin önemli rekabet alanı haline geldi ve şehirde hâkimiyet Abbâsîler ile Fâtımîler arasında sık sık el değiştirdi. Medine emîrleri menfaatleri doğrultusunda güçlüden yana tavır takındılar. Fâtımîler, Abbâsîler’le doğrudan çatışmaya girmek yerine İslâm dünyasında fiilî hâkimiyetin Haremeyn’de adına hutbe okunan devlet başkanına ait olduğu gerçeğinden hareketle Mekke ve Medine’ye hâkim olma siyasetini benimsediler. 359’da (970) Medine içerisinde Fâtımîler, Medine dışında ise Abbâsîler adına hutbe okunmuştu (İbnü’l-Esîr, VIII, 220; Necmeddin İbn Fehd, II, 407). Abbâsî-Fâtımî rekabetinin yanında Mekke ve Medine emîrleri arasında mücadele devam ediyor, bazan Medine, Mekke emîrleri tarafından istilâ ediliyor (Sehâvî, II, 222), bazan da Medine’den Mekke’ye sefer düzenleniyor ve iki grup arasında çatışmalar oluyordu (Necmeddin İbn Fehd, II, 408). Bazan kendi adlarına hareket eden Mekke emîrleri Medine’yi kendilerine bağlamak istiyorlardı (Makrîzî, I, 278-279). İdarî bakımdan zaman zaman Mekke emîrine bağlanan Medine’de Hüseynîler’in yönetimi uzun süre devam etti. Bununla birlikte Hüseynî emîrlerinin siyasî hareket alanları genellikle Medine ile sınırlı kalmış, Mekke emîrleri gibi Hicaz bölgesi ve dışına nâdiren taşmıştır. Fâtımîler’in Haremeyn’e hâkim olması, Sünnîliği benimseyen Selçuklular’ın Medine’yi Sünnî hâkimiyetine sokmak için mücadele etmelerine yol açtı. Mekke’de adına hutbe okunduğunu haber alan (462/1070) Selçuklu Sultanı Alparslan bundan memnun oldu ve Medine emîrine adına hutbe okutursa tahsisat bağlamayı ve çeşitli hediyeler göndermeyi vaad etti (İbnü’l-Esîr, X, 61; Necmeddin İbn Fehd, II, 473). Ancak Mekke emîrinin Medine’ye Türkler’den meydana gelen bir ordu göndermesi ve burada bazı faaliyetlerde bulunmasına rağmen Selçuklu sultanının bu arzusu gerçekleşmedi. Selçuklular’ın Medine ile ilgisi Sultan Melikşah zamanında devam etti ve 482-483’te (1089-1090) Medine’de Halife Muktedî-Biemrillâh ile birlikte Melikşah adına hutbe okundu. Sultan Melikşah’ın vefatı üzerine Medine’de hutbe hükümdar olan oğlu Mahmud adına okundu (22 Şevval 485 / 25 Kasım 1092). Daha sonra şehre bazan Selçuklular, bazan Fâtımîler hâkim oldular. Yemen’in önemli bir kısmını ele geçiren Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kardeşi Turan Şah’ın gayretleriyle Fâtımî hâkimiyetinden çıkan Medine’de hutbe 569 (1174) yılından itibaren Abbâsî halifesinin yanı sıra Nûreddin Mahmud Zengî adına okunmaya başlandı (Fâsî, Şifâʾü’l-ġarâm, II, 366-367). Nûreddin’in ölümünün (569/1174) ardından bağımsızlığını ilân eden Selâhaddîn-i Eyyûbî Medine ile özel olarak ilgilenip buradaki Sünnî hâkimiyetinin devamını sağladı. Adları hutbede Abbâsî halifeleriyle birlikte zikredilen Eyyûbî hükümdarlarının Medine ile ilgileri Selâhaddin’den sonra da devam etti.
Abbâsî halifelerinin İslâm dünyasında siyasî etkinliklerinin azalması ve “hâdimü’l-Haremeyn” unvanını kullanan Memlük Sultanı I. Baybars’ın Moğol istilâsıyla ortadan kaldırılan Bağdat Abbâsî hilâfetini Mısır’da yeniden kurmasının ardından Medine Memlükler’e bağlandı. Haremeyn’e hizmet konusunda zaman zaman Osmanlılar’la rekabete ve mücadeleye girişen Memlükler’in Medine hâkimiyeti Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine kadar (1517) sürdü.
İdarî Yapı. Hicretten önce idarî yapıya dair herhangi bir düzenlemenin bulunmadığı Medine’de her kabile veya grup kendi içinde bağımsızdı ve kendi kurallarına göre yaşıyordu. Bununla birlikte şehrin iktisadî hayatına hâkim olan yahudiler zaman zaman idarî alana giren bazı hususlarda Araplar’ı kendilerine tâbi kılıyordu. Hz. Peygamber’in Yesrib’le ilgili yaptığı ilk düzenleme, kendisi hicret edinceye kadar buradaki müslümanlarla irtibatı sürdürmek üzere Evs ve Hazrec kabilesinden on iki nakib seçtirmesidir. Resûl-i Ekrem ve muhacirlerin Medine’ye gelmesinin ardından meydana getirilen yeni siyasî-hukukî yapı içinde sosyal, askerî ve ekonomik teşkilâtlanma gerçekleştirildi ve Medine kurulan devletin başşehri oldu. Bu dönemden itibaren hisbe ve şurta teşkilâtları oluşmaya başladı. Hz. Peygamber Medine dışına çıktığında yerine vekil bırakırdı. Hulefâ-yi Râşidîn, sınırları Arap yarımadasının dışına ulaşan ve hızla büyüyen devleti Medine’den yönetmeyi sürdürdü. Hz. Ali zamanında hilâfet merkezinin Kûfe’ye taşınmasından sonra Medine, merkezden atanan, Emevîler ve Abbâsîler döneminde çoğunlukla burada oturan ve Haremeyn valisi adı verilen yöneticiler tarafından idare edildi. Emevîler devrinde başlayan ve Abbâsî döneminde yaygınlaşan Medine merkezli isyanlar bazan valilerin şehirden çıkarılmasına veya şehri terketmelerine sebep olmuştur. Bundan dolayı aynı anda Medine’de isyancılar ve merkezî hükümet tarafından görevlendirilen iki vali olabiliyordu. Emevîler ve Abbâsîler Medine’ye ayrı bir önem vermişler, tayin ettikleri özel görevliler vasıtasıyla hem yöneticileri hem de halkı sürekli denetim altında tutmuşlardır. Muhammed en-Nefsüzzekiyye hareketini bastırıp Medine’ye tekrar hâkim olan Abbâsîler şehirdeki halkı daha sıkı denetleyip takip edecek tedbirler aldılar. Medine bir süre Tolunoğulları ve İhşîdîler’e bağlı valiler tarafından yönetildi. İhşîdîler’den sonra Hüseynîler şehri genellikle kendi adlarına, zaman zaman da Hasenî Mekke emirlerine tâbi olarak idare ettiler. Bu durum Osmanlı döneminde Medine’nin Mekke Emirliği’ne bağlanmasına kadar sürdü (Abdülbâsıt Bedr, II, 342). Eyyûbîler ve Memlükler’in Medine’deki otoriteleri idarî ve siyasî bakımdan en önemli görevli sayılan, aynı zamanda Harem-i şerif’te vazifelendirilen hâdimlerin başkanı olan şeyhülharem tarafından temsil edilmiştir.
Fizikî Yapı. Hz. Peygamber Yesrib’e hicret ettiği zaman buranın mahalle sayısı Mekke’den daha azdı. Arap ve yahudi kabileleri kendilerine ait mahallelerde yaşıyorlardı. Evlerin birbirine paralel ve bitişik olarak sıralandığı, Resûl-i Ekrem’in şehre girerken geçmiş olduğu güzergâhın tasvirinden anlaşılmaktadır (Belâzürî, Fütûh, s. 5). Ayrıca şehrin üç tarafı bahçeler ve bunları birbirinden ayıran çit ve alçak duvarlarla çevrilmişti. Bunlar arasında uzanan yollar çok dardı. Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde şehirde daha çok yahudilerin oturduğu taştan, üç katlı, sayıları altmışa kadar çıkan ve kale olarak kullanılabilecek büyüklükte evler vardı. Resûlullah şehrin fizikî yapısında önemli bir yeri bulunan bu yapıların korunmasını istemiş ve hicretten sonra bunlara yenileri eklenmiştir.
Medine hicret esnasında tam anlamıyla şehirleşmemiş, tarıma dayalı bir ekonomik yapıya sahipti. Bundan dolayı kentleşme teşvik edilmiş ve şehrin İslâmlaşması ile medenîleşmesi arasında paralellik kurulmak istenmiştir. Bu bağlamda idare ve savunma, ekonomi ve pazar, dinî hayat gibi medenî hayatın en önemli üç fonksiyonu sırasıyla düzenlendi; şehir planı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere geliştirildi ve bazı yapılar korundu. Gerçekleştirilen yeni yerleşme düzeninde mahallelerin sayısı artarken bazı kenar semtler de şehrin bir parçası haline getirildi. Fetihlerle birlikte gelirlerin artması üzerine geniş ve güzel evler, konak tarzı yapılar inşa edilmeye başlandı. Emevîler döneminde Akīk vadisi, yapılan köşklerle Medine şehrinin en mûtena semtlerinden biri haline geldi. Mescid-i Nebevî, bir ibadethâne işlevinin yanında daha sonraki devirlerde ortaya çıkacak olan birçok sosyal kurumu bünyesinde barındıran ve külliye adı verilen geleneğin de çekirdeğini teşkil etti. Harem-i şerif’in Hz. Ömer, Osman, I. Velîd, Mehdî-Billâh ve Sultan Kayıtbay tarafından genişletilmesi ve çevresinin düzenlenmesi şehrin fizikî yapısında önemli değişikliklere sebep oldu. Su şebekesi, kamu ve çevre sağlığı ile şehir içi ulaşımın sağlanması yolunda sürekli tedbirler alınarak şehrin fizikî yapısına sosyal ve kültürel bina kompleksleri ilâve edildi. Medine’de Mescid-i Nebevî’nin dışında bir kısmının planlanması ve kıble tesbiti bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılan mescidler inşa edildi. Resûl-i Ekrem, ashabından vefat edenlerin defni için Bakī‘ mevkiini mezarlık olarak şehir planına kattı ve burası Cennetü’l-bakī‘ adıyla tanındı. Medine’de Abbâsîler döneminden itibaren halifeler, hânedan mensupları ve diğer ileri gelenler tarafından oluşturulan zengin vakıflar sayesinde idarî binalar, mescid, medrese, tekke, zâviye, ribât, imaret ve sebiller inşa edilmiş, bunlar bir taraftan şehrin fizikî yapısını güzelleştirirken diğer taraftan ekonomik hayata önemli katkılar sağlamıştır. Bunlardan medrese, tekke, zâviye ve ribâtlar hac mevsimlerinde Medine’ye gelenler için misafirhane görevi de yapıyordu. Malzemelerin genellikle Hicaz dışından getirilmesi inşaatların maliyetini arttırmasına rağmen şehrin mukaddes konumu dolayısıyla burada inşaat yapmak bir prestij vasıtası olarak görülmüştür.
Şehri bedevî kabilelerin saldırısından korumak için surlarla çevirmek gerekiyordu. Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle tarafından 360’ta (971) taş ve kerpiç kullanılarak yaptırılan surların Cennetü’l-bakī‘, Uhud, Kubâ ve Akīk’a çıkan dört adet ahşap kapısı vardı. Bu surlar zamanla harap olmuş ve 540’ta (1145-46) Medine’de bir medrese yaptırmış olan Zengîler’in ünlü veziri Cemâleddin el-İsfahânî tarafından yeniden inşa edilmiştir. Şehri kısmen kuşatan surlar bedevî hücumlarına karşı yetersiz kalınca Nûreddin Mahmud Zengî 557’de (1162) yeni bir sur yaptırmış, bunlar daha sonraki dönemlerde tamir edilmiştir. Adudüddevle’nin yaptırdığı hastahaneyi de Memlük Sultanı I. Baybars tamir ettirmiştir (İbn Kesîr, XI, 320; XIII, 291).
Ekonomik Yapı. Hicretten önce Mekke Arap yarımadasında önemli bir ticaret merkezi iken Medine’nin bu alandaki rolü çevresiyle sınırlıydı. Fazla gelir kaynağına sahip olmayan şehrin çevresindeki tarıma elverişli araziler temel ihtiyaçları ancak karşılayabiliyordu. Halk genellikle ziraatla geçinmekle birlikte değişik dallarda sanat erbabı da bulunuyordu. Şehirdeki Arap kabilelerinden Evs ve Hazrec’in yanında Benî Kurayza ve Benî Nadîr tarım ve hayvancılık, ekonomik bakımdan daha güçlü olan Benî Kaynukā‘ ise silâh imalâtı ve kuyumculukla meşguldü. Bütün unsurlar ticaretle uğraşıyorsa da şehrin batısında kendi adlarına bir çarşıları bulunan Benî Kaynukā‘ın öncülüğünde yahudiler şehrin ekonomik hayatında daha fazla söz sahibi olmuşlardı.
Hicret öncesinde Yesrib’de mahallî hüviyetleri ağır basan pazar yerleri mevcuttu. Mescid-i Nebevî’nin inşasından sonra şehir planının tamamlayıcı unsurlarından biri olan çarşı, yeri bizzat Hz. Peygamber tarafından belirlenerek faaliyete geçirildi. Çarşının işleyişine dair bazı düzenlemeler yapıldı. Tarım ve hayvancılık konusunda bilgi sahibi olan ensarla ticaret konusunda mahir olan muhacirlerin tecrübelerinin birleştirilmesi çarşının işleyişi konusunda güçlü bir geleneği ortaya çıkardı. Kamu malı sayılan çarşıda yer edinmeye, kiralama veya bazı eşyaların sabitlenmesine izin verilmiyor ve açık bir alan olarak kalmasına dikkat ediliyordu. Hz. Ömer döneminde ticaret hayatıyla ilgili harbî tüccarlardan 1/10 oranında vergi alınması gibi bazı düzenlemeler yapıldı. Emevîler’in iktidara gelişiyle çarşıya kamuya ait bazı binalar yapıldı ve Hişâm b. Abdülmelik zamanında kapalı bir alan haline getirildi. Tamamı kiraya verilen ve dışarıdan mal getirenlerden ücret alınan çarşıda esnaf ve sanatkârlara meslek gruplarına göre müstakil bölümler ayrıldı. Ekonomik bakımdan dışa bağımlı olan ve Emevîler’in şehirlerine yönelik politikalarından memnun olmayan Medine halkı Halife Hişâm’ın vefatının (125/743) ardından çarşıyı tahrip ederek Emevîler’den önceki şekline dönüştürdü. Bundan sonra Medine çarşısı, hac mevsimleri dışında ara sıra ticaret kervanlarının uğradığı bir pazar olarak faaliyetini sürdürdü.
Hz. Ömer zamanında kurulan divan teşkilâtı Medine halkının geçim şartlarını kolaylaştırmış ve fetihlerin ardından buraya getirilen ganimet gelirleri şehrin ticarî hayatını canlandırmıştı. Ancak hilâfet merkezinin nakledilmesinden sonra Medine’nin mevcut ekonomik yapısı sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılayamaz oldu. Hac mevsimleri dışında şehirde herhangi bir ticarî faaliyet imkânı kalmadı. Emevîler döneminde Medine’ye bazı yardımlar yapılmışsa da bunun düzene girmesi Abbâsîler devrinde gerçekleşti ve devlet bütçesinde “nafakātü’l-Haremeyn” adıyla bir fon oluşturuldu. Ayrıca halifeler hac için Mekke’ye giderken Medine’ye uğrayarak halka hediye verip ihsanlarda bulunuyorlardı. Eyyûbîler ve Memlükler Medine için kurulan vakıflara yenilerini ilâve etmişlerdir.
Nüfus. Medine’nin hicret öncesi nüfusu hakkında fazla bilgi yoktur; bu dönemde şehirde yaklaşık 10-20.000 kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Hicretten sonra ilk nüfus sayımı olarak nitelendirilebilecek, ensar-muhâcirîn arasında gerçekleştirilen muâhâttan 1500 müslümanın varlığı anlaşılmakta ve gayri müslim unsurlar buna ilâve edildiği zaman nüfusun 10.000’i aştığı görülmektedir. Hicretin ardından şehrin nüfusu sürekli arttı. Hz. Peygamber vefat ettiğinde Medine’de 30.000 sahâbînin bulunduğu kaydedilmektedir (Abdülhay el-Kettânî, III, 206). Yahudilerin buradan ayrılmasına rağmen şehir ve çevresinde 60.000 kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir (M. Şevkī b. İbrâhim Mekkî, Sükkânü’l-Medîneti’l-münevvere, s. 30). Medine’nin nüfusu ilk fetihlerden sonra da artmaya devam etti. Hz. Ömer ve Osman zamanlarında Mescid-i Nebevî’nin ihtiyacı karşılayamamasından dolayı genişletilmesi nüfus artışının sürdüğünü göstermektedir. İlk İslâm fetihleri sırasında bazı müslümanların fethedilen şehirlere yerleşmeye başlaması ve hilâfet merkezinin nakledilmesi nüfus artışını durdurdu. Emevî ve Abbâsîler’in Medine’ye yönelik siyasetleri, Harre Savaşı gibi şehre önemli kayıplar verdiren olaylar ve kıtlık sebebiyle bazı yıllarda görülen ekonomik sıkıntılar yüzünden şehrin nüfus kaybı artarak sürdü. Şehrin dış tehditlere açık olması da nüfusu azaltan diğer bir etkendi. 1502’de sur içindeki ev sayısının 300 civarında verilmesi, Osmanlı öncesi dönemde şehir ve çevresinde 3000-8000 civarında bir nüfusun yaşadığına işaret etmektedir (a.g.e., s. 32-33).
İlim ve Kültür Hayatı. Hz. Peygamber, Birinci Akabe Biatı’ndan sonra Yesrib halkına İslâm’ı ve Kur’an’ı öğretmesi için Mus‘ab b. Umeyr’i görevlendirdi. Bu eğitim ve öğretim faaliyetleri Resûl-i Ekrem’in şehre gelmesi, Mescid-i Nebevî’nin inşası ve ehl-i Suffe’ye yer ayrılmasından sonra artarak devam etti. Mescid-i Nebevî’nin yanında bazı evlerde de eğitim ve öğretim faaliyetleri yapılıyordu (İbn Sa‘d, IV, 155). Ayrıca Hz. Peygamber’in Bedir Gazvesi’nde esir alınan müşriklerden okuma yazma bilenleri on müslümana okuma yazma öğretmesi şartıyla serbest bırakması da onun ilme verdiği önemi göstermektedir.
Hicretin ardından kısa sürede gelişerek İslâm dünyasının en önemli kültür merkezi haline gelen Medine’nin bu özelliği Hz. Ali’nin hilâfet merkezini Kûfe’ye nakletmesinden sonra da sürdü. Resûl-i Ekrem’in İslâm’ı tebliğ görevinin ibadetlere ve beşerî ilişkilere ait hükümleri bildirme ve öğretme yönü ağırlıklı olarak Medine döneminde gerçekleşmiştir. Bu sebeple Medine halkının örfüne Hz. Peygamber’in yaşayan sünneti olarak özel bir önem verilmiş ve buradaki zengin hadis malzemesi en ince ayrıntısına kadar incelenmiştir. Medine’de İslâm’ın erken döneminde başlayan bu kültürel canlılığın tabii bir sonucu olarak dinî ilimlerde yetkin âlimlerin yetişmesi, şehri İslâm dünyasının diğer bölgelerinde yaşayan âlimler ve ilim öğrenmek isteyenler için bir cazibe merkezi haline getirmiştir.
Medine’de Resûl-i Ekrem tarafından başlatılan ilmî faaliyetler sahâbe ve tâbiîn döneminde devam etmiş, tefsir, hadis, fıkıh ve tarih (siyer ve megāzî) gibi alanlarda şehrin adıyla anılan ekoller oluşmuş, bu ilimleri tedvin hareketlerine en büyük katkıyı şehrin âlimleri yapmıştır. Übey b. Kâ‘b tarafından kurulan Medine tefsir ekolünün önemli temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî ve Zeyd b. Eslem el-Adevî sayılabilir. Medineli kıraat âlimleri Nâfi‘ b. Abdurrahman el-Leysî, Ebû Ca‘fer el-Kārî, Abdurrahman b. Hürmüz el-A‘rec Übey yoluyla Resûlullah’a ulaşır.
Medine halkının uygulamalarına ayrı bir önem veren Medineli fakihler ve bilhassa fukahâ-yi seb‘a, “amel-i ehli Medîne” kavramının İslâm hukuk metodolojisine girmesine zemin hazırlamıştır. Medine’de Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Zeyd b. Sâbit, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas gibi fakih sahâbîler, tâbiîn döneminin birinci nesil fakihleri ve bunlar arasında ayrı bir konuma sahip bulunan fukahâ-yi seb‘a Kur’an ve hadis bilgisinin, fıkhî görüş ve usullerinin Nâfi‘, İbn Şihâb ez-Zührî, Ebü’z-Zinâd, Rebîatürre’y, Yahyâ b. Saîd el-Ensârî gibi bir sonraki nesilden Medineli fakihlere aktarılmasının yanı sıra Medine fıkıh ekolünün oluşmasında da önemli katkıları olmuştur. Medine halkının uygulamalarına ve teşrîî bir konudaki ittifakına Mâlikî mezhebi başta olmak üzere bütün Sünnî fıkıh mezheplerince önem verilmiştir.
İslâm tarih yazıcılığı, Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun hayatına dair bilgileri toplamayı kendileri için bir görev sayan sahâbîler tarafından Medine’de başlatıldı. Siyer ve megāzîye dair bilgilerle hadisleri bir araya toplayan ve İslâm tarih yazıcılığında iki önemli ekolden biri olan Medine tarih ekolü âlimleri (diğeri Basra ve Kûfe merkezli Irak ekolü), bu çalışmalar sonunda elde ettikleri malzemeyi kronolojik ve coğrafî mekân içine yerleştiren sistematik eserler yazmaya başladılar. Bunlar arasında sahâbeden Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Amr b. Âs ve Berâ b. Âzib; tâbiînden Ebân b. Osman, Hz. Ali’nin torunu İmam Zeynelâbidîn Ali b. Hüseyin; ensardan Sa‘d b. Ubâde’nin torunu Şürahbîl b. Saîd, Âsım b. Ömer b. Katâde, Abdullah b. Ebû Bekir b. Muhammed sayılabilir. Siyer ve megāzî ilminin ilkelerini tesbitte öncülük yapan Urve b. Zübeyr, İbn Şihâb ez-Zührî ve İbn İshak malzemenin önemli bir kısmını Medine’de derlemişler ve kullandıkları rivayetlerin büyük çoğunluğunu Medineli râvilerden almışlardır.
Emevîler döneminde İslâm dünyasındaki kültürel değişimin bir sonucu olarak Mekke’deki gibi Medine’de de şiir ve mûsiki alanında önemli gelişmeler olmuştur (Mes‘ûdî, IV, 137). Ayrıca Emevîler’e ve Abbâsîler’e karşı Medine’de ortaya çıkan muhalefet ve yaşanan mücadele şiirlere konu olmuş ve Haremeyn’e yapılan saldırılar itikadî konulara dair eserlerde işlenmiştir.
Abbâsîler döneminin ikinci yarısından itibaren Medîne’de inşa edilmeye başlanan medreselerin sayısı Zengîler, Eyyûbîler ve Memlükler zamanında hızla çoğaldı. Eyyûbîler devrinde dört Sünnî mezhebe göre eğitim yapan ve zengin bir kütüphaneye sahip olan Şihâbiyye Medresesi Medine’deki en önemli eğitim ve öğretim kurumları arasında yer alıyordu. 886’da (1481) yangın geçiren Mescid-i Nebevî’yi yenileyen Memlük Sultanı Kayıtbay tarafından yaptırılan medrese uzun süre şehrin eğitim merkezlerinden biri olarak kaldı.
BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-ʿArab, “mdn” md..
Müsned, I, 270, 294; II, 364; III, 79, 240; IV, 185, 285.
Buhârî, “ʿÎdeyn”, 2, “Feżâʾilü’l-Medîne”, 1-2, 7-10, “Taʿbîrü’r-rüʾyâ”, 39, “Menâḳıb”, 25, “Büyûʿ”, 53, “Cihâd”, 71, 74.
Müslim, “Ḥac”, 85, 454, 467, “Rüʾyâ”, 20.
Tirmizî, “Menâḳıb”, 72.
İbn Hişâm, es-Sîre (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Kahire 1987, II, 77, 82, 108-109, 143-146.
Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. M. Halîl Herrâs), Kahire 1401/1981, s. 215-219.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1410/1990, I, 126-127; III, 87, 341-343; IV, 155, 231; V, 429.
İbn Şebbe, Târîḫu’l-Medîneti’l-münevvere, I, 152, 156-165, 169.
Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 1-31.
a.mlf., Ensâb (Zekkâr), I, 274-275; II, 299, 305-306; IX, 301, 427.
Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), III, 140-141; IV, 455; V, 238-240; VII, 374-375, 599-600; IX, 129-131, 552-553; ayrıca bk. İndeks.
Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Abdülhamîd), II, 367; IV, 137.
İbn Abdülber, et-Temhîd (nşr. Mustafa b. Ahmed el-Alevî – M. Abdülkebîr el-Bekrî), Mağrib 1387, VI, 310.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I, 655-658; IV, 359; V, 391; VIII, 220; X, 61, 214.
İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî, ed-Dürretü’s̱-s̱emîne fî târîḫi’l-Medîne (nşr. M. Zeynühüm M. Azeb), Kahire 1416/1995, s. 33-39, 45, 101-109.
Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XVI, 265, 313, 321, 338-339; XXIX, 449-455.
İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 239; VIII, 46; XI, 320; XII, 199-205; XIII, 291.
Fîrûzâbâdî, el-Meġānimü’l-muṭâbe fî meʿâlimi ṭâbe (nşr. Hamed el-Câsir), Riyad 1389/1969.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, III, 183.
Fâsî, el-ʿİḳdü’s̱-s̱emîn, I, 117; III, 292.
a.mlf., Şifâʾü’l-ġarâm bi-aḫbâri’l-Beledi’l-ḥarâm (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Beyrut 1405/1985, II, 366-367.
Makrîzî, İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ (nşr. Cemâleddin eş-Şeyyâl – M. Hilmî M. Ahmed), Kahire 1416/1996, I, 172, 278-279.
Necmeddin İbn Fehd, İtḥâfü’l-verâ bi-aḫbâri Ümmi’l-ḳurâ (nşr. Fehîm M. Şeltût), Kahire 1404/1983, II, 407-408, 473.
Sehâvî, et-Tuḥfetü’l-laṭîfe fî târîḫi’l-Medîneti’ş-şerîfe, Medine 1979, I, 385; II, 222; III, 410-411.
Semhûdî, Vefâʾü’l-vefâ bi-aḫbâri dâri’l-Muṣṭafâ (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1404/1984, I-IV, tür.yer.
Mir’âtü’l-Haremeyn, II, tür.yer.
Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), II, 237 vd.; III, 206.
Nûra bint Abdülmelik, el-Ḥayâtü’l-ictimâʿiyye ve’l-iḳtiṣâdiyye fi’l-Medîne fî ṣadri’l-İslâm, Cidde 1403/1983.
Abdülkuddûs el-Ensârî, Âs̱ârü’l-Medîneti’l-münevvere, Medine 1406/1985.
Ahmed İbrâhim eş-Şerîf, Mekke ve’l-Medîne fi’l-Câhiliyye ve ʿahdi’r-Resûl, Kahire 1985.
M. Şevkī b. İbrâhim Mekkî, Aṭlasü’l-Medîneti’l-münevvere, Riyad 1985.
a.mlf., Sükkânü’l-Medîneti’l-münevvere, Riyad 1405/1985.
Subhî Abdülmün‘im Muhammed, el-ʿAlâḳāt beyne Mıṣr ve’l-Ḥicâz zemene’l-Fâṭımiyyîn ve’l-Eyyûbiyyîn, Kahire, ts., bk. İndeks.
İbrâhim Beydûn, el-Ḥicâz ve’d-devletü’l-İslâmiyye, Beyrut 1987.
W. M. Watt, Muhammad at Medina, Karachi 1988.
a.mlf., “al-Madīna”, EI2 (İng.), V, 994-998.
Şevkī Dayf, eş-Şiʿr ve’l-ġınâʾ fi’l-Medîne ve Mekke li-ʿaṣri benî Ümeyye, Kahire 1990, s. 7-143.
Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ), I, 198 vd., 216 vd., 615-616, 621.
Sâlih b. Hâmid b. Saîd er-Rifâî, el-Eḥâdîs̱ü’l-vâride fî feżâʾili’l-Medîne, Medine 1413/1992.
Cengiz Kallek, Hz. Peygamber (S. A. S.) Döneminde Devlet ve Piyasa, İstanbul 1992, bk. İndeks.
Abdülbâsıt Bedr, et-Târîḫu’ş-şâmil li’l-Medîneti’l-münevvere, Medine 1993, I-III.
Abdülazîz ed-Dûrî, Baḥs̱ fî neşʾeti ʿilmi’t-târîḫ ʿinde’l-ʿArab, Beyrut 1993, s. 19, 31, 48, 57, 61-102, 118-119.
Mustafa Sabri Küçükaşcı, Emevîler Döneminde Medine (yüksek lisans tezi, 1993), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.
a.mlf., Cahiliye’den Emevîlerin Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul 2003, s. 209-212, 305, ayrıca bk. İndeks.
Ârif Abdülganî, Târîḫu ümerâʾi’l-Medîneti’l-münevvere, Dımaşk 1996, s. 25-322.
Yûsuf Ragdâ el-Âmilî, Meʿâlimü Mekke ve’l-Medîne beyne’l-mâżî ve’l-ḥâżır, Beyrut 1418/1997.
Ahmed b. Yâsîn el-Hıyârî, Târîḫu meʿâlimi’l-Medîneti’l-münevvere ḳadîmen ve ḥadîs̱en, Riyad 1419/1999.
Abdurrahman Müdeyris el-Müdeyris, el-Medînetü’l-münevvere fi’l-ʿaṣri’l-Memlûkî (648-923 h./1250-1517 m.), Riyad 1422/2001.
R. B. Serjeant, “The Constitution of Medina”, IQ, VIII/1-2 (1964), s. 3-16.
a.mlf., “Jami’ah Pacts with the Yathrib Jews, and the Tahrim of Yathrib”, BSOAS, XLI (1978), s. 1-42.
M. J. Kister, “The Market of the Prophet”, JESHO, VIII (1965), s. 272-276.
M. Gil, “The Origin of the Jews of Yathrib”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, IV, Jerusalem 1984, s. 203-220.
a.mlf., “The Medinan Opposition to the Prophet”, a.e., X (1987), s. 65-96.
M. Lecker, “Muhammad at Medina: A Geographical Approach”, a.e., VI (1985), s. 29-59.
a.mlf., “On the Markets of Medina (Yathrib) in Pre-Islamic and Early Islamic Times”, a.e., VIII (1986), s. 133-147.
Fr. Buhl, “Medine”, İA, VII, 459-471.
https://islamansiklopedisi.org.tr/medine#2-osmanli-donemi
Osmanlı Dönemi. Mekke ve Medine başta olmak üzere İslâm’ın kutsal bölgelerine yönelik Osmanlı ilgisinin başlangıcı Yavuz Sultan Selim’den daha önceye gider. Fâtih Sultan Mehmed’in hac yolu hizmeti konusunda Memlükler’le baş gösteren ihtilâfı bu ilginin ilk dikkat çekici yansımasıdır. Mısır’ın fethinden (1517) sonra huzura gelen Mekke heyetini Yavuz Sultan Selim’in çeşitli hediyelerle ve Şerîf Berekât’ı Mekke Emirliği’ne tayin ettiği menşurla birlikte Mekke’ye göndermesi üzerine Medine Osmanlı hâkimiyetine girmiş ve o tarihten itibaren hutbeler Osmanlı padişahları adına okunmuştur (Feridun Bey, I, 429).
Halifeliği Abbâsîler’in mirası değil İslâm’ı ve mukaddes yerleri koruma, onlara hizmet etme olarak algılayan Osmanlılar, kutsal yerlere ve peygamber sülâlesinden gelen emîr ailesine duydukları saygıdan dolayı Medine’nin Memlükler devrindeki imtiyazlı statüsünü aynen korudular ve Mekke Emirliği’ne bağlı konumunu değiştirmediler. İlk dönemlerde hâkimiyeti zorlaştıracak hareketlerden kaçındıkları gibi önce Aden’i, ardından Yemen’i ele geçirmek suretiyle Kızıldeniz’i kontrol altına alıp Haremeyn’i dış tehditlerden emin hale getiren Osmanlılar, hac mevsimi dışında da buraya ulaşımın güvenlik içerisinde gerçekleşebilmesi için en önemli iç tehdit olan bedevî saldırılarını önlemeye yönelik tedbirler aldılar, hac yolunda güvenliğin sağlanmasını ve Haremeyn’de yaşayan halkın ihtiyaçlarının karşılanmasını öncelikli politika edindiler. Medine, Osmanlı hâkimiyeti sırasında aileler arasındaki çatışmalar (1767) ve bedevî baskınları gibi bazı ufak çaplı olaylar dışında -İbn Suûd ve taraftarlarının ortaya çıkışına kadar- genellikle sakin bir dönem geçirdi. 1744’te Necid’de dinî bir hareket olarak ortaya çıkan Vehhâbîlik Suûd ailesinin bu hareketi benimsemesiyle siyasî bir hüviyet kazandı. Vehhâbîler, Hicaz’da gerçekleştirdikleri bir dizi faaliyetten ve Mekke’yi ele geçirdikten sonra Medine’nin erzak ambarı Yenbu‘ ile bağlantısını keserek burayı da hedef aldılar. Şehri koruyamayacağını anlayan Medine muhafızı Vehhâbî tehlikesinin engellenemez duruma geldiğini İstanbul’a bildirerek destek istedi (15 Muharrem 1219 / 26 Nisan 1804). Fakat Medine halkının sabırsızlıkla beklediği Osmanlı yardımının gelmemesi ve halkın bir kısmının Suûd b. Abdülazîz ile anlaşması üzerine Vehhâbîler şehri kuşattılar; bazı küçük çatışmaların ardından işgal edip (Haziran 1805) halkına kendi akîdelerini benimsemeleri şartıyla eman verdiler. Bu arada en önemli su kaynağı Aynüzzerkā Kanalı’nı tahrip ederek susuzluğa yol açtılar; Hz. Peygamber’in kabri hariç bütün ziyaretgâhları yıkıp Mescid-i Nebevî’yi yağmaladılar. Türkler’e Mekkeliler’den fazla mütemayil olmalarından dolayı Vehhâbî işgalinden daha çok zarar gören Medineliler’in bir kısmı şehirden ayrılmak zorunda kaldı. Birkaç yıl sonra Osmanlılar, Haremeyn’de yeniden hâkimiyet kurmak ve Vehhâbî tehlikesini ortadan kaldırmak için harekete geçtiklerinde Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın oğlu Tosun Paşa kumandasında 3500 kişilik bir kuvvet Hicaz’a gönderildi ve iki hafta kadar süren bir kuşatmanın ardından 3 Aralık 1812’de Medine geri alındı; İstanbul ve Mısır’da büyük kutlama törenleri yapıldı. Tosun Paşa’nın daha fazla kan dökülmemesi için babasının yerine emîr olan Abdullah b. Suûd ile yaptığı anlaşmayı Mehmed Ali Paşa onaylamadı; emîrin İstanbul’a gitmesini, ayrıca Mescid-i Nebevî’den yağmalanan ve daha sonra bir kısmının dağıtıldığı, bir kısmının Hindistan’da satıldığı anlaşılan bütün malların geri verilmesini istedi. Bu istekleri kabul edilmeyince diğer oğlu İbrâhim Paşa kumandasındaki ikinci bir orduyu Hicaz’a yolladı. İbrâhim Paşa’nın Medine’ye geldiği günlerde (Ekim 1816) Vehhâbîler’in şehirde yaptıkları tahribatın tamiri için İstanbul’dan gönderilen ustalar ve işçiler de çalışmalarına başlamışlardı (Burckhardt, s. 170). İbrâhim Paşa, Vehhâbîler’in merkezi Dir‘iye’yi ele geçirdiğinde (Eylül 1818) önde gelen Vehhâbî liderleri Medine’de teşhir edildi; sonra da Mısır’a, ardından Mescid-i Nebevî’den aldıkları eşyanın bir kısmıyla birlikte İstanbul’a gönderildi ve idamla cezalandırıldı. Söz konusu eşya daha sonra surre emini tarafından Medine’ye götürülerek tekrar Mescid-i Nebevî’ye konuldu (BA, HH, nr. 19661; Şânîzâde, III, 16-17).
Osmanlı Devleti, Tanzimat’tan itibaren Haremeyn’de merkezî hükümetin etkinliğini arttıran birtakım tedbirler aldı. Tedrîcî fakat istikrarlı bir şekilde Hicaz demiryolunun Medine’ye ulaştırılması ve telgraf hattı çekilmesi gibi pratik sonuçları da görülen bu çalışmalar başlangıçta ayrılıkçı ve milliyetçi hareketler yerine merkezî idareye entegrasyonu hızlandırdıysa da sonraki dönemde bazı ayrıcalık ve özerkliklerini yitiren Medine eşrafı arasında huzursuzluğa sebep oldu. Medine, Arabistan’ın çeşitli kesimlerinde meydana gelen olaylar karşısında Osmanlı Devleti’nin güneydeki ileri karakolu haline getirildi. Güç ve itibarlarını korumak isteyen eşrafın bir kısmı Medine muhafızı Ali Paşa’nın koyduğu bir vergiyi bahane ederek ayaklandı (1903). Ali Paşa görevden alındı; Yemen ve Şam’dan gönderilen takviye birlikleriyle bastırılabilen olayların sonunda eşraftan kırk iki, şehirde görevli zâbitlerden kırk kişi tutuklanarak Tâif Kalesi’ne hapsedildi. Medine’de törenlerle kutlanan II. Meşrutiyet’in ilânının ardından hız verilen merkeziyetçi politikalar, muhalefeti kırmak yerine daha da güçlendirerek yerli halk ile merkezden gönderilen idareciler arasındaki mücadelenin artmasına yol açtı. Hicaz’da çok düzensiz olarak gerçekleşen 1908 seçimlerinde Medine’den Seyyid Abdülkādir mebus seçildi. Medine’nin idarî statüsüyle ilgili kararlardan sonra şehrin kendi denetiminden çıkmasından rahatsızlık duyan Mekke Emîri Şerîf Hüseyin demiryolunun Mekke’ye kadar uzatılacağını, böylece hareket alanının daha da kısıtlanacağını düşünerek Medine-Mekke arasındaki bedevîleri ayaklandırdı. Bunun üzerine hükümet Medine’ye kuvvet gönderip savunma tedbiri aldı. Şerîf Hüseyin’in arzusuna uygun olarak demiryolunun uzatılmasından vazgeçen Bâbıâli, Medine’de hecin develi bir süvari birliği teşkiline karar verdi (Beyoğlu, s. 3). I. Dünya Savaşı sırasında İngilizler’in desteklediği Şerîf Hüseyin, bir taraftan İstanbul’a Medine’deki idarecilerle ilgili şikâyetlerde bulunurken diğer taraftan da isyan için uygun fırsat kollamaya başladı. Medine’de oturan oğlu Şerîf Ali de emrindeki bedevî birliğine dayanarak rahatsızlık çıkarmaya uğraşıyor ve emirlik hukukuna istinaden şehrin kendisine bırakılmasını istiyordu. Osmanlı Devleti’nin iki önemli ismi Enver ve Cemal paşalar, beraberlerinde bazı Arap şehirlerinin müftüleri ve eşrafıyla birlikte Medine’yi ziyaret edip (20 Şubat 1916) şehrin ileri gelenlerine verdikleri para ve kıymetli hediyelerle, ayrıca askerî takviye ve propaganda yoluyla hükümetin konumunu güçlendirmeye çalıştılar. Fakat Şerîf Ali aldığı paraları isyan etmeleri için kabile şeyhlerine dağıtmaya başladı. İsyanın yaklaştığını anlayan Medine muhafızı Basri Paşa âcilen yardım istedi. Bunun üzerine Musul’da bulunan 12. Kolordu Kumandanı Fahreddin Paşa (Türkkan) görevlendirildi. İleride “Medine müdafii Gazi Ömer Fahreddin Paşa” adıyla anılacak olan Fahreddin Paşa’nın Medine’ye ulaşmasından (31 Mayıs 1916) üç gün sonra Şerîf Hüseyin ve dört oğlu şehir çevresindeki demiryolu ve telgraf hatlarını tahrip ederek isyanı başlattılar, 5-6 Haziran’da da Medine karakollarına saldırdılar; ancak Fahreddin Paşa’nın aldığı tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler. Osmanlı Devleti’nin Şerîf Hüseyin’in yerine Mekke Emirliği’ne getirdiği Zevî Zeyd ailesinden Şerîf Ali Haydar, Mekke’ye gidemeyince Osmanlı hâkimiyetindeki tek merkez olan Medine’ye geldi (17 Temmuz 1916); halkı Osmanlı Devleti’ne itaate çağıran beyannâmesi Medine ve çevresi dışında etkisiz kaldı. Mondros Mütarekesi’nin 16. maddesine göre Osmanlı askerlerinin geri çekilerek Filistin’e kaydırılması kararıyla Medine’de Osmanlı hâkimiyeti resmen sona erdi (30 Ekim 1918). Fakat Medine’yi kısıtlı imkânlarla iki yıl yedi ay boyunca başarıyla savunan ve Osmanlı hükümetinin Hicaz’ı kısmen boşaltma kararına rağmen herhangi bir yağmaya veya İngilizler’in eline geçmesine fırsat vermemek için Mescid-i Nebevî’deki mukaddes emanetleri İstanbul’a nakletmeyi başaran Fahreddin Paşa, şehrin İngilizler’e teslimine ancak Mondros Mütarekesi’nden yetmiş iki gün sonra razı edilebildi (10 Ocak 1919); üç gün sonra da Şerîf Abdullah’ın kuvvetleri şehre girdi. 5 Aralık 1925’te, şehir Suûdîler’in eline geçti.
Medine, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra merkezî denetimle mahallî iktidar arasındaki denge gözetilerek farklı bir hükümet sistemi geliştirildi ve mevcut yapının değiştirilmeden aynen sürdürülmesi sağlandı. Bundan dolayı önceki devletlerden intikal eden kanun ve âdetlerin bir kısmı aynen bırakılırken bir kısmı tedrîcen ıslah edilerek Osmanlı sistemi içinde uygulanması yoluna gidildi. Şerifler görevlerinde bırakılıp Medine içindeki yetkilerini kullanmalarına izin verildi. Buradaki kale ve burçlara, Osmanlı hâkimiyetini göstermek üzere bayrak çekilmesi zorunluluğunun ortaya çıktığı Sultan Abdülaziz zamanına kadar Osmanlı bayrağı asılmadı (Mir’âtü’l-Haremeyn, I, 685). Daha önceleri idarî bakımdan Mekke’ye bağlı olan ve Mekke emîrinin tayin ettiği nâib tarafından yönetilen Medine’de bu uygulama sürdürülerek hutbelerde Osmanlı padişahı, Mekke emîri ve Medine nâibinin adlarının zikredilmesi âdeti benimsendi. XII. yüzyıldan itibaren Mekke’yi ellerinde tutan Hasenîler, Mekke ve Medine emirliklerini birleştirip Hüseynîler’e Medine nâibliği ve az miktarda bir vergiyi toplama yetkisi dışında hâkimiyet alanı bırakmadılar (Abdülbâsıt Bedr, II, 342). Medine emîri Mekke emîrine tâbi olup herhangi bir siyasî etkinliği bulunmuyor, şehirde Osmanlı otoritesi merkezî hükümetin tayin ettiği şeyhülharem ve ordu kumandanı tarafından temsil ediliyordu; bazan bu iki görev tek kişinin uhdesinde bulunabiliyordu. Memlükler zamanından itibaren şehirde merkezî otoritenin en büyük temsilcisi sayılan şeyhülharemlerin İstanbul’da meşihat makamından yetişmeleri ve kadılık seviyesine kadar yükselmiş olmaları gerekiyordu. Osmanlı idaresinin yerleşmesi paralelinde bu iki görevliye genellikle merkezden gönderilen ve ilk zamanlarda Türklük şartı aranan (Ali Hâfız, s. 35) kadı, nâzır-ı emvâl ve şurta reisi de eklendi.
Şehri korumak, asayiş ve emniyeti sağlamak için kalede görevlendirilen Türk askerlerinden başka sayıları 200-600 arasında değişen yaya ve atlı birliklerinde -üst düzey kumandanların dışında- Araplar’dan da faydalanılmıştır. Osmanlı idaresine girdikten sonra Medine’nin bütün malî ve idarî işleri Mısır beylerbeyine bırakıldı. Ancak idare Mısır üzerinden yürütülmekle birlikte görevliler merkezden tayin ediliyor ve bütün masrafları Mısır hazinesinden ve Cidde gümrük gelirlerinden karşılanıyordu. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Mısır’dan ayrılan Medine Cidde sancak beyinin idaresine verildi. 1701’den itibaren müstakil olmaktan çıkarılan Habeş eyaleti Cidde sancağı ile birleştirildikten sonra aynı zamanda şeyhülharemliği de yürüten beylerbeyi Medine’de oturmaya başladı. Her hafta cuma günü kadı, şurta reisi, muhtesip, dört mezhep müftüsü ve şehrin âyanından belli sayıda kimsenin oluşturduğu şehir meclisinin onun konağında toplanması idarî bir gelenek halini aldı. Mısır eyaleti veraset yoluyla Mehmed Ali Paşa’ya bırakılınca (1840) Medine yeniden düzenlenen Hicaz eyaletine bağlandı ve 1864 tarihli Vilâyet Kanunu’na göre sancak merkezi haline getirilerek yine şeyhülharemliği uhdesinde bulunduran bir muhafızın idaresine verildi. 1869’da yeni bir düzenleme ile muhafızlık ve şeyhülharemlik görevleri birbirinden ayrıldı. Hicaz demiryolunun açılmasından (1908) sonra ise şehir idarî bakımdan Hicaz’dan ayrılıp doğrudan İstanbul’a bağlı bir sancak merkezi oldu (BA, BEO, nr. 230615, 330554); bu şekilde bölge üzerinde daha güçlü bir denetim sağlanması hedeflendi. Tanzimat’tan sonra yapılan düzenlemede Dahiliye Nezâreti’nde oluşturulan üç büyük müfettişlikten biri Arap dünyasına tahsis edildi ve nezâret bünyesinde Medine’nin sağlık ve temizlik işlerini denetleyen özel birimler kuruldu. 1910’da Medine muhafızı Ali Rızâ Paşa zamanında hisbe teşkilâtı şehremaneti, muhtesip ise şehremini haline dönüştürüldü.
Medine’de Osmanlı döneminde mülkî ve askerî teşkilâtlanmanın yanında din, hukuk ve eğitim konularında da çeşitli düzenlemeler yapıldı. Osmanlı idaresine girdikten sonra buraya bir kadı tayin edildi; ardından halkın önemli bir kısmı Hanefî mezhebi dışındaki mezheplere mensup olduğu için diğerlerinden de kadılar görevlendirildi ve Hanefî kadısı şer‘î mahkemeye başkanlık yapmayı sürdürdü. Medine’de dinî işler şeyhülharemler, dört mezhep müftüleri ve geç dönemde ortaya çıkan Harem-i şerif müdürleri vasıtasıyla yürütülüyordu.
Şehir Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere gerçekleştirilen sosyal ve kültürel bina inşaatlarıyla yeni bir çehre kazandı. Bilhassa hac mevsimlerinde yoğunlaşan bedevî saldırıları sebebiyle şehrin surlarının yenilenmesi için halk Kanûnî Sultan Süleyman’a başvurdu. 939’da (1532-33) başlanan ve toplam 100.000 dinar harcanan inşaat 946’da (1539) tamamlandı. Çevresi 3072 arşın olan ve Cennetü’l-bakī‘ın da önemli bir kısmını içine alan surlarla burçlar yükseltilip surların içine bir kale yapıldı ve buraya doksan kişilik bir askerî birlik yerleştirildi (Abdülbâsıt Bedr, II, 347). Surun dışarıyla ilişkisini sağlayan dört kapısı vardı. XVII ve XVIII. yüzyıllarda kısmen tamirat gören sur ve iç kale 1868’de tamamen yenilenerek sayıları kırka tamamlanan burçların yüksekliği 25 metreye çıkarıldı (İbrâhim Rifat Paşa, II, 411-413). Zamanla mahalleler surun içinde ve dışında aynı oranda gelişmişse de sur içindeki evlerin daha düzenli, dışarıdakilerin ise dağınık ve düzensiz olduğu ve bunlarda genellikle bedevîlerin ikamet ettiği görülür (Ali Hâfız, s. 35-38). Medine’nin Osmanlı medeniyetinin çeşitli unsurlarını yansıtan bir merkez haline getirilmesine çalışılmış, özellikle buraya padişahlar, hânedan mensupları ve diğer ileri gelenler, ayrıca oluşturulan zengin vakıflar tarafından idarî binalar, mescidler, medreseler, tekkeler, zâviyeler, ribâtlar, imaretler ve sebiller yaptırılmıştır. 1568’de şehirde daha sonra Sultan Abdülmecid döneminde geliştirilen bir de bîmâristan bulunuyordu. XVII. yüzyılda umuma açık iki hamamın varlığı tesbit edilmektedir. Geç dönemlerde Sultan Abdülaziz hükümet konağı, hapishane, tophâne ve II. Abdülhamid tabya, karakol, istasyon, postahane gibi resmî binalarla Medine’nin sosyal ve kültürel yapılaşmasını tamamladılar.
Medine’nin Osmanlı dönemindeki nüfusu hakkında XIX. yüzyıla kadar doğrudan resmî tesbitlere dayanan bilgi bulunmamaktadır. 1579 yılında Medine’ye ayrılan tahsisattan şehrin nüfusunun 40.000 civarında olduğu tahmin edilmekteyse de (Faroqhi, s. 93) bu rakamın abartıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim Evliya Çelebi burada 14.000 kişinin yaşadığını söylerken (Seyahatnâme, IX, 643) şehri 1815’te gören Johann Ludwig Burckhardt da nüfusunu 16.000-20.000 arasında tahmin eder (Travels in Arabia, s. 400). 1877-1914 yılları arasında merkezî hükümetin etkinliğini arttırıcı tedbirlerin alınması, görevli memurlar tayin edilmesi ve Hicaz demiryolunun açılmasından sonra Medine’nin nüfusu önemli ölçüde arttı; 1909’da Muhammed Lebîb el-Betenûnî çoğunluğu Türkler’le Hintliler’den oluşan 60.000 kişiden bahseder (er-Riḥletü’l-Ḥicâziyye, s. 351). Osmanlılar tarafından Medine’nin tahliyesinin ardından Hâşimîler döneminde şehrin nüfusu 6000’e kadar inmiştir (EI2 [İng.], V, 999). Medine, Osmanlı hâkimiyetindeki topraklarda yaşayan insanların yerleşmek istediği bir şehirdi. Müslümanların burayı tercihlerinde, kutsallığın yanında Osmanlı Devleti’nin mukaddes yerlere yönelik siyaseti çerçevesinde şehre özen göstermesi de önemli rol oynamıştır. Farklı kültürlere mensup insanlar, Medine’ye beraberlerinde getirdikleri mahallî âdetleriyle kültürel senteze katkıda bulundular. 1073’te (1662-63) burayı ziyaret eden Faslı Ayyâşî, şehirde Arap olmayan unsurların çokluğundan dolayı ortaya çıkan farklılığın halkın sosyal hayatında açık biçimde görüldüğünü vurgular. Medine’de gayri müslimlerin ikametine ise daha önce ve halen olduğu gibi Osmanlı döneminde de izin verilmemiştir.
Ekonomik açıdan fazla gelir kaynağı bulunmayan Medine’nin çevresindeki tarıma elverişli araziler temel ihtiyaçları dahi karşılamada yetersizdi; şehir, bazan buraya uğrayan Şam kervanı ve hac mevsimi hariç tutulursa ticarî faaliyetlerin tamamen dışında idi. Hemen hemen tek geçim yolu dinî statüsünden ve Osmanlı Devleti’nin buraya gösterdiği ilgiden kaynaklanan yardımlardı; halk büyük ölçüde vakıflarla İstanbul ve Mısır’dan gönderilen bağışlardan besleniyordu. Ticaretin canlandığı hac mevsiminde ise Hindistan’dan gelen mallar başta olmak üzere kumaş, baharat, kahve gibi emtianın Anadolu’ya ulaşmasında ara merkez görevi yapıyordu. XX. yüzyılın başlarında özellikle hediyelik eşya alanında önemli gelişmeler oldu ve sayıları 10.000’e yaklaşan dükkân ve mağazalarda Medine üretimi mallar yaygınlaştı (Hicaz Vilâyeti Salnâmesi [1309], s. 240).
Medine’deki yerli halka İstanbul ve Mısır’dan her yıl düzenli biçimde gönderilen surre, cevâlî ve cerâye yanında Cidde gümrük gelirlerinin bir kısmı ile tesis edilen vakıflar kanalıyla çeşitli şekillerde para ve mal yollanırdı. Medine’nin sürekli sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için Mısır’da Eyyûbî ve Memlük dönemlerinden kalan vakıflar aynen muhafaza edilip Suriye ve Anadolu’dan bunlara yenileri eklendi; Haremeyn evkafı Kanûnî Sultan Süleyman’dan itibaren avârız-ı dîvâniyye, tekâlîf-i örfiyye ve öşür gibi vergilerden muaf tutuldu (Akgündüz, VII, 54). Mısır’ın fethedildiği yıl Medine divanında kayıtlı 4000 kişiye 2000 irdeb buğday dağıtılarak başlatılan ve her yıl düzenli biçimde dağıtımı sürdürülen erzakın miktarı zamanla 17.000 irdebbe çıkarıldı. Yıllık tahsisatlarını bir defada peşin olarak alan Medineliler’in yılın bir kısmını zorluk içinde geçirmeleri üzerine II. Mahmud bu usulü kaldırıp şehirde teşkil edilen müdüriyet hazinesi vasıtasıyla aylık ödeme sistemini uygulamaya koydu. Başta Hürrem Sultan’ın yaptırdığı olmak üzere Medine’deki imaretlerde “deşîşe” dağıtma işi de sürdürülerek ilâve sadakalarla desteklendi. Bunların dışında zaman zaman Suriye ve Mısır’da toplanan verginin bir kısmı Haremeyn’e gönderildi (3 Numaralı Mühimme Defteri, s. 133-134; 7 Numaralı Mühimme Defteri, I, 173-174).
Hz. Ali’nin hilâfet merkezini Kûfe’ye nakletmesinden sonra dinî ilimlerle uğraşan ulemâ için bir cazibe merkezi haline gelen Medine bu özelliğini Osmanlı döneminde de sürdürdü. Bu devirde kültürel canlılığın korunmasında Mescid-i Nebevî’de kurulan ilim halkaları, şehre yerleşen âlimler, yenileri eklenerek sayıları arttırılan kütüphanelerle medreseler ve bunların etrafında canlanan tasavvufî düşüncenin önemli rolü oldu. Bilhassa mahallî edebiyatın çok ilerlediği şehirdeki kültürel hayatın canlı kalmasında Anadolu, Suriye, Mısır, Mağrib ve Orta Asya’ya kadar geniş bir çevreden gelip yerleşen âlimlerin büyük katkıları vardı. Kanûnî Sultan Süleyman zamanından itibaren Mescid-i Nebevî’de ders veren âlimler dâimî statüde değerlendirilmiş, bu konumda olmayanlara ise yıllık tahsisat ayrılmıştır. Osmanlılar miras aldıkları medreselerin ayakta kalmasını sağlamış ve onlara yenilerini eklemişlerdir. Bunların en eskileri III. Murad’ın inşa ettirdiği Murâdiye ile (1589-1590) III. Mehmed zamanında yaptırılan (1596-1597) ve döneminin en yüksek pâyeli medresesi olan müessesedir (Atâî, s. 444, 509). Evliya Çelebi’nin sayılarını kırk altı olarak verdiği (Seyahatnâme, IX, 642), 1892’de on yedisi ayakta duran (Hicaz Vilâyeti Salnâmesi [1309], s. 240) medreselerin başlıcaları Rüstemiye, Hasekiye, Mahmud Ağa, Şifâ, Kara Paşa, Sakızlı, Köprülü, Beşir Ağa, Hamîdiye ve Mahmûdiye idi. Hac mevsiminde dışarıdan gelenlerin barındığı tekke, zâviye ve ribâtlarda da ilmî hareketlilik görülmekte, buraların bağlı bulunduğu Kādiriyye, Senûsiyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye, Rifâiyye ve Şâzeliyye gibi tarikatlar şehrin dinî ve kültürel hayatına önemli katkılar sağlamaktaydı (Ali b. Mûsâ, s. 53).
Medine’de 1885’te rüşdiye ve 1909’da idâdî açıldı. Yine aynı yıl eğitime başlayan erkek öğretmen okulu ise (dârülmuallimîn) dört yıl sonra öğrenci azlığı sebebiyle kapandı (M. Abdurrahman eş-Şâmih, s. 77). 1912’de üniversite için harekete geçildi ve ertesi yıl Arap ve Türk aydınlarının kurduğu Cem‘iyyet-i Hayriyye-i İslâmiyye’nin gayretiyle fen ve ilâhiyat konularının okutulduğu Medrese-i Külliyye-i İslâmiyye kuruldu (BA, A.DVN, nr. 71/7). Medine’nin eğitim ve kültür hayatının önemli kurumlarından biri de en eskisi Mescid-i Nebevî’de bulunan kütüphanelerdi. Bunlar arasında Beşir Ağa ve Hamîdiye gibi medrese ve ribâtlara, Feyzullah Efendi gibi özel şahıslara ait olanlar çoğunluktaydı. II. Mahmud tarafından inşa ettirilen (1821-1822), içerisinde 4569 kitabın yer aldığı Mahmûdiye ile Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in 5404 nâdide eser göndererek yaptırdığı (1853-1856) Ârif Hikmet Kütüphanesi en meşhurlarıdır. Hicaz için hazırlanan ilk salnâmede Medine’nin on sekiz kütüphanesinde toplam 22.914 Kur’an ve diğer kitapların bulunduğu kayıtlıdır (Hicaz Vilâyeti Salnâmesi [1301], s. 152-153).
1909’da Medine’ye gelen Betenûnî burada Türkçe ve Arapça yayımlanan el-Medînetü’l-münevvere adında bir gazetenin çıktığını kaydeder (er-Riḥletü’l-Ḥicâziyye, s. 348). Medine’de ilk matbaa İlmiyye adıyla 1910’da kuruldu. Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı sırasında Medine’de faaliyete geçirdiği Hicaz adlı matbaada şehrin tahliyesine kadar aynı adı taşıyan bir gazete çıkardı.
Medine’nin tarihi, coğrafyası ve faziletine dair müstakil eserler yazılmıştır. I ve II. (VII-VIII.) yüzyıllarda kaleme alınan eserler bugün mevcut değilse de bunların bir kısmı sonraki dönem müellifleri tarafından iktibas edilerek korunmuştur. İbn Zebâle’nin 199’da (814) yazdığı Kitâbü’l-Medîne ve aḫbâruhâ adlı eser bilinen en eski Medine tarihidir; bunun bir kısmı Semhûdî’nın iktibaslarıyla günümüze ulaşmıştır. Başı ve sonu eksik üç bölümden meydana gelen İbn Şebbe’nin (ö. 262/876) Târîḫu’l-Medîneti’l-münevvere adlı eseri Fehîm Muhammed Şeltût tarafından neşredilmiştir (I-IV, Cidde 1399/1979). Medine tarihine dair diğer eserler arasında şunlar sayılabilir: İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî, ed-Dürretü’s̱-s̱emîne fî târîḫi’l-Medîne (nşr. Muhammed Zeynühüm Muhammed Azeb, Kahire 1416/1995); Cemâleddin el-Matarî, et-Taʿrîf bimâ eniseti’l(esseseti’l)-hicre min meʿâlimi dâri’l-hicre (nşr. Saîd Abdülfettâh, Mekke 1997); Zeynüddin Ebû Bekir el-Merâgī, Taḥḳīḳu’n-nuṣra bi-telḫîṣi meʿâlimi dâri’l-hicre (nşr. Saîd Abdülfettâh, Mekke 1997); İbnü’z-Ziyâ el-Mekkî, Târîḫu Mekkete’l-müşerrefe ve’l-Mescidi’l-Ḥarâm ve’l-Medîneti’ş-şerîfe ve’l-ḳabri’ş-şerîf (nşr. Alâ’ İbrâhim el-Ezherî – Eymen Nasr el-Ezherî, Beyrut 1418/1997); Muhammed Kibrît, el-Cevâhiru’s̱-s̱emîne fî meḥâsini’l-Medîne (TSMK, Medine, nr. 515). Abdülhak b. Seyfeddin ed-Dihlevî’nin, Ceẕbü’l-ḳulûb ilâ diyâri’l-maḥbûb adlı Farsça eseri Hakîm Seyyid Ali İrfan tarafından Urduca’ya tercüme edilmiştir (Lahor 1988). Fîrûzâbâdî’nin Medine ve civarının tarihi ve coğrafyasına dair el-Meġānimü’l-müṭâbe fî meʿâlimi Ṭâbe adlı eserinin coğrafî adlarla ilgili beşinci bölümünü Hamed el-Câsir neşretmiştir (Riyad 1389/1969). Şemseddin es-Sehâvî’nin alfabetik olarak düzenlediği, “M” harfine kadar mevcut olan et-Tuḥfetü’l-laṭîfe fî târîḫi’l-Medîneti’ş-şerîfe adlı eseri Medine ricâline aittir (I-II, Beyrut 1993). Medine’nin faziletine dair haberler bir araya toplanarak şehri ve meşâirini öven Arapça, Farsça ve Türkçe müstakil kitaplar kaleme alınmıştır. Hasan-ı Basrî ile başlayan bu tür eserler ve Medine’nin faziletine dair haberler üzerine Sâlih b. Hâmid b. Saîd er-Rifâî el-Eḥâdîs̱ü’l-vâride fî feżâʾili’l-Medîne adıyla bir doktora çalışması yapmıştır (Medine 1413/1992).
Medine daha çok hac rehberi niteliğinde pek çok risâle ve kitaba konu olmuştur. Eski Türk edebiyatında genellikle “menâsik-i hac” ve “menâzil-i hac” adlarıyla anılan bu eserlerde yer yer manzum bölümlerle Medine ve meâlimi hakkında şiir ve kasideler de bulunur (bk. HAC [Literatür]). İslâm dünyasını gezip görmek ve hac görevini ifa etmek isteyen seyyahlar tarafından kaleme alınan seyahatnâmelerde Medine geniş bir şekilde yer alır (bk. HAC [Seyahatnâmeler]). Medine’nin tarihi, coğrafyası ve ricâline ait eserlerden günümüze ulaşmayanlar arasında Zübeyr b. Bekkâr’ın Aḫbârü’l-Medîne, Şuʿarâʾü’l-Medîne, İbn Şebbe’nin Kitâbü Ümerâʾi’l-Medîne, Ubeydullah b. Ebû Saîd el-Verrâk’ın Kitâbü’l-Medîne ve aḫbâruhâ, Medâinî’nin, Kitâbü’l-Medîne, İbn Şâzân’ın Aḫbârü’l-Medîne, İbn Hacer el-Askalânî’nin el-Muġnî fî żabṭi’l-esmâʾ ve’l-ensâb’ı sayılabilir.
Bugünkü Medine. Medine Suûdî hâkimiyetine girdiği 5 Aralık 1925 tarihinden itibaren bu aileden bir emîr tarafından yönetilmektedir. Medine’nin eşrafından oluşturulan ve daha çok belediye başkanıyla çalışan şehir meclisinin geniş yetkileri vardır. Medine Belediyesi 2 Temmuz 1978’de birinci dereceye yükseltilerek Emânetü’l-Medîneti’l-Münevvere adını almıştır. Ayrıca Kral Fehd b. Abdülazîz, başşehir Riyad’da Medine’nin idarî ve içtimaî işleriyle ilgilenen, başbakanlığa bağlı özel bir kurul oluşturmuştur.
Asıl yerleşme ve ticaret alanı sur içinde ve Harem-i şerif’in çevresinde yoğunlaşan Medine’nin çekirdeğini Mescid-i Nebevî çevresinde bulunan ve kuruluşu Hz. Peygamber zamanına kadar giden semtler oluşturur. Şehrin nüfusu 1930’lu yıllarda 15.000 kadardı. Sur dışında daha çok bedevîlerin ikamet ettiği dağınık ve basit tarzda kurulan bazı mahalleler de vardı (Ali Hâfız, s. 35-38). Sur içindeki bazı mahallelerin sokakları ancak yüklü bir hayvanın geçebileceği kadar dar olup evler bitişik nizamda sıralanmıştı. Böylece sokaklarda gölge yoğunluğu arttırılarak özellikle yaz aylarında yükselen sıcaklığın etkisinin azaltılması hedeflenmişti (Medine’de yaz aylarında ortalama sıcaklık 28-42 °C’dir). Günümüzde bilhassa Mescid-i Nebevî ile Mescid-i Kubâ arasında rastlanan bu evlerden pek azı ayakta kalmıştır. Evler inşa edilirken iklim ve coğrafya şartları gözetilmiş ve sıcakların mümkün olduğunca az hissedilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmıştır.
Tarih boyunca Mescid-i Nebevî’nin çevresine sıkışıp kalan Medine, XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ülkenin artan petrol gelirleri sayesinde Arap yarımadasında çok hızlı gelişen şehirlerden biri oldu. Bu dönemden önce Medine tarihî çekirdeğin çevresinde dairevî biçimde uzanan dış surların ötesine taşmayan, yaklaşık 6000 kişinin yaşadığı bir şehir durumundaydı. Medine, XX. yüzyılın ikinci yarısında Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi faaliyetleri sırasında âdeta yeniden kurulma sürecine girdi. Şehrin alt yapı ihtiyacı sistemli olarak ele alındı. Medine’nin şehir planında ilk önemli değişiklikler ve şehrin sur dışına doğru gelişmesi 1955 ve 1973’te Mescid-i Nebevî’yi büyütme çalışmaları sırasında gerçekleşti. Harem-i şerif ve çevresinde düzenlemeler yapıldı. Bu faaliyetler neticesinde, 1930’lu yıllarda Medine’nin merkezinden uzak ve âdeta birer köy konumunda olan güneydeki Kubâ, güneydoğudaki Avâlî ve Kurbân, kuzeybatıdaki Cürf ve batıdaki Akīk gibi yerleşim birimleriyle şehrin merkezî kesimi arasında bulunan boş alanlarda da yerleşim başladı ve şehir adı geçen yerlerle birleşti. Bu arada Medine’nin kenar semtlerinde Medine toplumundan ayrı yaşayan Neklâvîler gibi bazı bedevî grupları da şehre yerleşmeye başladı (EI2 [İng.], V, 999). Bu gelişmeler, Medine’nin mekânsal büyümesinin yanında nüfusunun da süratle artmasını beraberinde getirdi. İlk resmî sayımın yapıldığı 1962’de 71.998 olan nüfus 1971’de 136.557’ye, 1974’te 198.186’ya, 1978’de 311.284’e ulaştı. Medine’nin görünümünde en önemli değişiklik, 1980’li yıllardan itibaren şehrin çevresinde oluşturulan yeni mahallelerle birlikte ortaya çıktı. Bu dönemde yeniden planlanan Medine’nin daha önce yaygın bir yapılaşmanın olmadığı Harretülgarbiye, Harretüşşarkıye, Seyyidüşşühedâ, Sultâne, Bi’rüalî, Kubâ, Uhud’un kuzey tarafı ve Câmiatülislâmiye bölgelerinde devlet destekli yerleşmeler yaygınlaştı ve bu kesimlere genellikle üç katlı evler inşa edildi. 1955, 1973 ve 1994’te Harem-i şerif ve çevresinde gerçekleştirilen düzenlemelerle Mescid-i Nebevî’den şehrin muhtelif istikametlerine on kadar cadde açıldı. Kral Hâlid adlı çevre yoluyla kuşatılan, bu caddeler arasında güneye doğru Bâbüsselâm, doğuya doğru Melikabdülazîz, kuzeye doğru Bâbülmecîd ve batıya doğru Ayniye caddeleri sayılabilir. Bu yıllarda Medine’de mahalle sayısı 110’a kadar ulaştı. Mescid-i Nebevî’nin çevresinden açılan sokaklar üzerinde yer alan ve genellikle hazır mal alıp satan esnafın oluşturduğu çarşı ile Kubâ yolunda mevcut dükkânların eski özellikleri korunurken şehrin muhtelif yerlerine büyük alışveriş merkezleri kuruldu. Suudi Arabistan’ı oluşturan 13 idarî birimden (mıntaka) birinin merkezi olan Medine bugün hızla artan nüfusuyla (1992’de 608.000, 2004 yılı başlarına ait tahminlere göre de 868.000) başta Hz. Peygamber’in kabri olmak üzere İslâm’ın ilk döneminden hâtıralar taşıyan eserleri ziyaret için gelen insanların etkinliklerine sahne olan, iç ve dış göç hareketleriyle farklı kültür ve geleneklerin çeşitliliğini temsil eden, kentsel faaliyetleri sürekli artan bir şehirdir. Mescid-i Nebevî merkezli fizikî planını korumakla birlikte şehrin geleneksel yapısı neredeyse tamamen değişmiş; yüksek binaları, geniş yolları, Harem-i şerif etrafında yoğunlaşan otelleri ve parklarıyla son derece modern bir görünüm kazanmıştır.
Medine ulaşım bakımından bugün de tarihteki merkezî rolünü sürdürmektedir. Medine-Mekke arasındaki ulaşım, Hicret yolu olarak bilinen ve 1984’te tamamlanan 418 kilometrelik otoyol vasıtasıyla sağlanmaktadır. Ayrıca şehri Tebük, Riyad ve Yenbu‘ ile birleştiren yollar yapılmıştır. 1908’de Medine’ye ulaşan Hicaz demiryolu ile Medine-İstanbul arasında bağlantı kurulmuş ve Şam’dan aktarmalı olarak haftada üç sefer yapılmaya başlanmıştı. I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesinin ardından Hicaz demiryolu âtıl hale gelmiştir. Bugün demiryolu hattı yeniden canlandırılmaya çalışılmaktadır. Medine istasyon binasıyla yanındaki Osmanlı tarzı cami hâlâ ayaktadır. Medine’de özellikle hac mevsimlerinde iniş ve kalkışların çok yoğun olduğu, 10 Ekim 1947’de açılan bir havaalanı bulunmaktadır.
Şehrin ekonomik hayatı günümüzde tarım, ticaret, sanayi ve hac ile doğrudan bağlantılıdır. Petrol gelirlerinin artması ve Suudi Devleti’nin şehre verdiği ekonomik destek bu alanda hızlı bir gelişmeyi beraberinde getirmiştir. 22 Mayıs 1937’de Medine meclisinin kararıyla bazı dönemlerde uygulanmamakla birlikte geçmişi Abbâsîler dönemine kadar uzanan, şehri ziyarete gelenlerden ayakbastı parası alınması uygulaması kaldırılmıştır (Abdülbâsıt Bedr, III, 210). Medine ve çevresinde gerçekleştirilen tarımsal faaliyetlerin % 65’i hurma ile ilgilidir. Besin endüstrisi, doksan kadar türü olan Medine hurması başta olmak üzere şehrin sanayi etkinliklerinin ilk sırasında yer alır. Bugün Medine’de çoğunluğu hurmayla alâkalı besin endüstrisi alanında faaliyet gösteren on altı tesis mevcuttur. XX. yüzyılın başlarında gelişmeye başlayan hediyelik eşya sektörü günümüzde çok gelişmiş, buna bağlı olarak kimya ve tekstil sanayii alanında önemli atılımlar gerçekleştirilmiştir. 1980’lerden itibaren artmaya başlayan sanayi tesisleri çevre sağlığı da dikkate alınarak şehrin dışında kurulmuştur. Medine’de hizmet sektörü başta olmak üzere bütün kesimlerde çalışanların çoğunluğunu Suudi Arabistan dışından gelenler oluşturmaktadır.
İslâmiyet’in üç kutsal şehrinden biri (diğer ikisi Mekke ve Kudüs) olması, Hz. Peygamber’in kabrini ve mescidini bünyesinde barındırması ve diğer tarihî zenginlikleri sebebiyle Medine bütün müslümanların ziyaret etmek istediği, hac ve umre için Mekke’ye gidenlerin mutlaka uğradığı bir şehirdir. Hac mevsiminde nüfusu iki, hatta üç kat artan Medine’nin alt yapısı ve hizmet sektörüyle ilgili çalışmaların önemli bir kısmı bu ziyaretçilere yönelik olarak planlanmıştır. Mescid-i Nebevî, Mescid-i Kubâ, Mescid-i Kıbleteyn, Mescid-i Gamâme, Mesâcid-i Seb‘a, Mescid-i Cum‘a, Mescid-i Hendek, Mescid-i Ebû Zer, Mescid-i Anberiyye, Mescid-i İcâbe, Mescid-i Ebû Bekir, Mescid-i Ömer b. Hattâb, Mescid-i Ali b. Ebû Tâlib, Cennetü’l-bakī‘ ve şehrin çok yakınındaki Uhud Şehitliği, Medine ve çevresinin önemli ziyaret yerleri arasında sayılabilir. Bu mekânlardan Gamâme, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali mescidleri gibi yapıldığı dönemdeki tarzını koruyanlar bulunsa da çoğunluğu yenilenmiştir. Hz. Peygamber’in babası Abdullah b. Abdülmuttalib’in şehrin yakınında bulunan kabri yeni imar faaliyetleri sırasında, Ârif Hikmet Kütüphanesi 1986’da Mescid-i Nebevî genişletilirken yıktırılmış, Hendek Gazvesi’nde hazırlanarak kullanılan hendeklerden mevcut olanları 1941 yılında ortadan kaldırılarak üzerinden yol geçirilmiştir.
Medine, Mekke ile birlikte geleneksel edebiyat kültürünün yaşadığı ve kırsal kesime yayılabildiği iki şehirden biriydi. Dolayısıyla buralarda modern eğitim kurumlarının tesisi oldukça geç zamanlarda gerçekleşmiş, geleneksel eğitim yapan kurumlar fazla değişime uğramadan uzun süre faaliyetlerini sürdürmüştür. Medine’de 11 Kasım 1961’de açılan ve günümüzde beş fakülte ve dört enstitüsü olan el-Câmiatü’l-İslâmiyye adlı bir üniversite bulunmaktadır. Medine dinî, sosyal ve teknik konularda eğitim yapan çok sayıda kurumuyla Suudi Arabistan’ın önemli eğitim ve öğretim merkezlerinden biri haline gelmiştir. Şehrin kültür hayatını canlandıran diğer bir unsur da müze ve kütüphanelerdir. Ârif Hikmet ve Mahmûdiye kütüphanelerinde bulunan kitaplar 1986’da Melik Abdülazîz Kütüphanesi’ne nakledilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
BA, HH, nr. 19528-19529/A-B, 19535, 19661.
BA, A.DVN, nr. 71/7.
BA, BEO, nr. 230615, 330554.
3 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Nezihi Aykut v.dğr.), Ankara 1993, s. 133-134, 140-141, 148-149, 444.
6 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Hacı Osman Yıldırım v.dğr.), Ankara 1995, I, 268; II, 221-222, 328.
7 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Hacı Osman Yıldırım v.dğr.), Ankara 1998-99, I, 173-174, 334-335, 476, 502; II, 65, 96, 101-102, 106, 501-502.
12 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Hacı Osman Yıldırım v.dğr.), Ankara 1996, II, 343-344.
Nehrevâlî, el-İʿlâm bi-aʿlâmi Beytillâhi’l-ḥarâm, Kahire 1305, s. 173.
Feridun Bey, Münşeât, I, 429, 479, 487, 491.
Atâî, Zeyl-i Şekāik, s. 444, 509.
Ayyâşî, er-Riḥletü’l-ʿAyyâşiyye, Rabat 1397/1977, I, 235-317.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IX, 606-663.
Şem‘dânîzâde, Müri’t-tevârîh (Aktepe), I, 123, 146; II/A, s. 100, 102-103.
Câbî Ömer Efendi, Târih (haz. Mehmet Ali Beyhan), Ankara 2003, I, 112, 153, 232, 483, 578; II, 821, 917, 927, 935-936, 943.
Abdurrahman el-Ensârî, Tuḥfetü’l-muḥibbîn ve’l-aṣḥâb fî maʿrifeti mâ li’l-medeniyyîn mine’l-ensâb (nşr. Muhammed el-Arûsî el-Matvî), Tunus 1390/1970.
Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi: İstanbul’un Uzun Dört Yılı: 1785-1789 (haz. Feridun M. Emecen), İstanbul 2003, s. 93, 198, 201, 255, 397, 430.
Vâsıf, Târih (İlgürel), s. 225, 268, 374, 391-392.
Şânîzâde, Târih, II, 165-168, 340-341; III, 16-17.
Hicaz Vilâyeti Salnâmesi (1301), s. 137-153; a.e. (1309), s. 231-254.
Eyüp Sabri Paşa, Târîh-i Vehhâbiyyân, İstanbul 1296, s. 140-151.
Mir’âtü’l-Haremeyn, I, 685; II, tür.yer.
İbrâhim Rifat Paşa, Mirʾâtü’l-Ḥaremeyn, Kahire, ts., II, 407, 411-413.
Cevdet, Târih, VII, 83, 182, 273; VIII, 25, 81, 123-125; IX, 206, 257-258; X, 97-99, 102, 220; XI, 16.
Ali b. Mûsâ, Vaṣfü’l-Medîne (Resâʾil fî târîḫi’l-Medîne içinde), Riyad 1972, s. 3-81.
J. L. Burckhardt, Travels in Arabia, London 1829, s. 170, 317-400.
S. J. Shaw, The Financial and Administrative Organization and Development of Ottoman Egypt: 1517-1798, Princeton-New Jersey 1962, s. 239-240, 251-271.
R. F. Burton, Personal Narrative of a Pilgrimage to al-Madinah and Meccah, New York 1964, I, 285-436; II, 1-75.
Ömer el-Fâruk Seyyid Receb, el-Medînetü’l-münevvere, Cidde 1399/1979.
M. Abdurrahman eş-Şâmih, Neşʾetü’ṣ-ṣıḥâfe fi’l-Memleketi’l-ʿArabiyyeti’s-Suʿûdiyye, [baskı yeri yok] 1402/1981 (Dârü’l-ulûm), s. 26-29, 77, 116-120, 162-166, 170-176.
a.mlf., et-Taʿlîm fî Mekke ve’l-Medîne âḫira’l-ʿahdi’l-ʿOs̱mânî, [baskı yeri yok] 1405/1985 (Dârü’l-ulûm), s. 61-78, 106.
M. Lebîb el-Betenûnî, er-Riḥletü’l-Ḥicâziyye, Kahire, ts. (Mektebetü’s-sekāfeti’d-dîniyye), s. 304-351.
Ali Hâfız, Fuṣûl min târîḫi’l-Medîneti’l-münevvere, Cidde 1984.
Abdülkuddûs el-Ensârî, Âs̱ârü’l-Medîneti’l-münevvere, Medine 1985.
M. Şevkī b. İbrâhim Mekkî, Sükkânü’l-Medîneti’l-münevvere, Riyad 1405/1985.
Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II, s. 54, 66, 85-86, 112, 129-131.
Süleyman Beyoğlu, Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası (doktora tezi, 1990), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, tür.yer.
Abdülbâsıt Bedr, et-Târîḫu’ş-şâmil li’l-Medîneti’l-münevvere, Medine 1993, II, 342, 347; III, 210; ayrıca bk. tür.yer.
Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1994, VII, 54.
Suraiya Faroqhi, Hacılar ve Sultanlar, Osmanlılar Döneminde Hac: 1517-1638 (trc. Gül Çağalı Güven), İstanbul 1995, s. 82-85, 93, ayrıca bk. tür.yer.
Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nun Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti, Ankara 1996, s. 96, 133.
Ârif Abdülganî, Târîḫu ümerâʾi’l-Medîneti’l-münevvere, Dımaşk 1996, s. 322-445.
Zekeriya Kurşun, Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hâkimiyeti: Vehhabî Hareketi ve Suud Devleti’nin Ortaya Çıkışı, Ankara 1998, s. 28-29, 37-44, 48-52, 71, 135-138, 173-193.
Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar, İstanbul 1998, s. 77, 82-83, 161-163, 167-169, 178, 220-221.
Ahmed b. Yâsîn el-Hıyârî, Târîḫu meʿâlimi’l-Medîneti’l-münevvere ḳadîmen ve ḥadîs̱en, Riyad 1419/1999.
M. Ali Fehîm Beyyûmî, Muḫaṣṣaṣâtü’l-Ḥaremeyni’ş-şerîfeyn fî Mıṣr ibbâne’l-ʿaṣri’l-ʿOs̱mânî: 923-1220/1517-1805, Kahire 1421/2001, tür.yer.
Feridun M. Emecen, “Sultan Süleyman Çağı ve Cihan Devleti”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, IX, 501-503, 511, 514-515.
Mustafa Güler, Osmanlı Devletinde Haremeyn Vakıfları, İstanbul 2002, tür.yer.
W. M. Watt, “al-Madīna”, EI2 (İng.), V, 997-998.
R. B. Winder, “al-Madīna”, a.e., V, 998-1007.